Ulus Toplumun Dünü Bugünü ve Geleceği
Giriş
Küreselleşme süreci, ekonomik yapılanma bakımından, dünyayı adeta “liberal bir köy” haline getirmiş olmakla birlikte, dünya siyaseti “ulus-toplum/devletler”den oluşan, parçalı bir siyasi yapılanma durumundadır. Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni ulus-devletlerle, parçalılık daha da artmıştır. Böyle bir yapılanma içindeki dünya siyaseti, bir taraftan dünya ekonomisinin mevcut liberal yapılanmasını koruyup derinleştirme doğrultusunda hareket ederken, bir taraftan da “güçlü” ulus-devletler arasında dünya çapında bir hegemonya mücadelesi biçiminde hareket etmektedir. Hegemonya mücadelesi, bir taraftan güçlü ülkelerin dünya siyasetini belirlemesi yönünde, bir taraftan da mevcut dünya düzenine “tehdit” oluşturan ülkelerin baskı altına alınması, hatta fiilen işgal edilmesi yönünde hareket etmektedir. Kısacası, dünya siyasetinin siyasi-hukuki birimi olan ulus-devletlerin her birisi, diğerlerini kendine bağımlı kılma çabası içindedir. Bu nedenle, uluslararası siyaset anti-demokratik bir karakter taşımaktadır. Öte yandan, kuşkusuz demokratik toplum modeli tasarımlarının hayata geçmesi, dünya siyasetinin ulus-toplum/devletler halindeki parçalı yapılanmasını etkileyecektir. Acaba ulus toplum/devletler, demokratik toplum modeli tasarımları karşısında nasıl bir konumda yer alacaktır? Acaba ulusçuluk, demokratik toplum modeli tasarımlarının hayata geçirilmesinde demokratik bir rol oynayabilecek midir? Acaba demokratik toplum modeli tasarımları, ulus toplum/devletleri nasıl bir değişime uğratacaktır?
Bu soruların cevaplandırılması amacıyla, önce “demokrasi” kavramına ilişkin görüşlerimizi ifade edeceğiz. Buna müteakip, ulus toplumların oluşumunu ve gelişimini ortaya koyduktan sonra, bu süreci “demokrasi” kavramına göre değerlendireceğiz. Bu değerlendirmemizi, ulus toplumun demokratik toplum modeli tasarımları karşısındaki konumuna ilişkin görüşlerimiz izleyecek. Nihayet, demokratik toplum modeli tasarımlarının ulus toplum/devleti nasıl bir değişime uğratabileceğine ilişkin öngörülerde bulunacağız.
1. Demokrasi Nedir?
Demokrasi, toplumsal-politik bir kavram olup, bir insan ilişkileri sistemi olan toplumsal yaşamın yönetim biçimlerinden birisidir. Böyle demekle, toplumsal yaşamın çok çeşitli yönetim biçimlerini, “demokratik-olan/demokratik-olmayan” olarak ikiye ayırmış oluruz. Sorumuz “Demokrasi nedir?” olduğuna göre, bu ayırımın kriter(ler)i nedir? Başka bir deyişle, acaba demokratik-olan ve olmayan yönetim biçimlerini birbirinden nasıl ayırt ederiz?
Bu sorunun cevabı için, önce “demokrasi, bir insan ilişkileri sistemi olan toplumsal yaşamın bir yönetim biçimidir” tanımını analiz edelim.
Bu tanımın, “demokratik yönetim”, “insan ilişkileri sistemi” ve “toplumsal yaşam” olmak üzere, üç unsuru vardır. Acaba bu üç unsurun ilişkileri nasıldır? Toplumsal yaşam bir insan ilişkileri sistemi olduğuna, demokrasi de bu sistemin yönetim biçimi olduğuna göre, toplumsal yaşamın demokratik yönetilmesi, insan ilişkilerinin demokratik oluşturulması ve demokratik yürütülmesinin sağlanması demektir. Öyleyse, demokrasi, insan ilişkilerini demokratik oluşturan ve demokratik yürütülmesini sağlayan bir yönetimdir. Demokrasinin tanımının analizi bizi, “Demokratik insan ilişkileri nedir?” sorusuna götürür?
İnsan ilişkilerinin “demokratik” olması, toplumsal yaşamı oluşturan insanların arasında, bağımlılık ilişkisi olmamasıdır. İnsanların arasında bağımlılık ilişkisinin olmaması, insanların toplumsal yaşamın yönetimine, iradeleri üzerinde, iradelerine aykırı bir kısıtlama olmaksızın katılmaları demektir. Eğer, bir toplumda, bazı bireylerin iradeleri, başka birey ya da toplumların iradesine tabi ise, o toplumdaki bireyler arasında bağımlılık ilişkilerinden söz edilir. Demek ki toplumsal yaşamda insan ilişkilerinin “demokratik” olması, o toplumun bireylerinin “bağımsız” olması demektir. Öte yandan, bir toplumun bireyleri birbirinden bağımsızsa, bu bireyler aynı zamanda “eşit”tir de. Öyleyse, demokratik insan ilişkileri, “bağımsız ve eşit birey ilkesi” üzerine kurulu insan ilişkileridir.
“Demokratik-olan/demokratik-olmayan yönetimler” ayırımına dönecek olursak; bu ayırımın kriteri “bağımsız ve eşit birey ilkesi” olup, oluşturup yönettikleri insan ilişkileri sistemi bağımsız ve eşit birey ilkesi üzerine kurulu olan yönetimler demokratik-olan, diğerleri demokratik-olmayan yönetimlerdir.
Böylece, “Demokrasi nedir?” sorumuzu, “insan ilişkilerinin bağımsız ve eşit birey ilkesi üzerine kurulu olduğu yönetim biçimidir” biçiminde cevaplamış oluyoruz.
Demokrasinin gerçekleşmesine, yani bağımsız ve eşit birey ilkesinin toplumsal yaşam pratiğine geçme düzeyine, dünya ölçeğinde baktığımız zaman, “demokrasi”den değil “demokratikleşme”den söz edebiliriz. Çünkü, dünyanın güncel siyasi manzarası, mutlak monarşilerden, meşruti monarşilere, diktatörlüklerden, eksik demokrasilerden ileri demokrasilere kadar bir siyasi rejimler tayfı görünümü arz ederken, toplumsal yaşamın geçmişten günümüze tarihi manzarası da insanın eşya, hayvan gibi mülkiyet konusu olduğu köleci toplumsal düzenlerden, insanın yarı-insandan sayıldığı feodal düzenlere, oradan da insanların hukuken “bağımsız ve eşit birey” sayıldığı kapitalist düzene doğru gelişen bir demokratikleşme süreci görünümü sergilemektedir. İnsanlığın toplumsal yaşamının demokratikleşmesinde “ulus toplum”un oluşması” ya da “uluslaşma” bir dönüm noktası olmuştur.
2. Ulus Toplumun Oluşumu ve Gelişimi
2.1 Ulus Toplumun Kurucu İlkeleri
Ulus toplumları analiz ettiğimiz zaman, “ulus toplum”un birincil “ulusal çıkar” ilkesi ve bu ilkeden türeyen “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” ikincil ilkeleri üzerine kurulu olduğunu görürüz.
Ulus toplumların temel ortak özelliği, “ulusal çıkar” üzerine kurulu olmalarıdır. Ulusal çıkar, insanların “ulus toplum” olmakla elde edip, korumak ve arttırmak istedikleri avantajlar olup, insanları ulus toplum içinde birleştiren ve bu durumda kalmalarını sağlayan ilkedir. Başka bir deyişle, insanların ulus toplum olmakla hedefledikleri temel amaç, ulus olarak organize olup dayanışmak suretiyle, yaşamda kalmak ve yaşamda kalma olanaklarını genişletmektir. Örneğin, en temel ulusal çıkar, üzerinde kimsenin müdahalesi olmaksızın konutlar inşa edilerek barınılabilecek, gelecek kuşakların güvenle dünyaya getirilip, büyütülüp yetiştirilebileceği, bahşettiği doğal kaynaklardan yaşam kalım maddeleri elde edilebilecek olan ve adına “vatan” denilen yaşam alanına sahip olmak ve bu alanı korumaktır. Vatan, herkesin üzerinde güvenle barınıp, yaşam kalım maddelerini elde ettiği yer olduğu için, vatanın korunması herkesin çıkarınadır. Bu nedenle bir vatana sahip olup, onu korumak, herkesin çıkarına olduğu için bir “ulusal çıkar”dır. Kuşkusuz, ulusal çıkar her zaman, bu şekilde, yani sadece “kendi yaşam alanına sahip olup, onu korumak” biçiminde karşımıza –barışçı- bir duruş ve davranış olarak çıkmaz. Bunun yanında, “başkalarının vatanlarını ve böylece yaşamda kalma olanaklarını ele geçirmek” biçiminde karşımıza çıkan -saldırgan- “ulusal çıkar” biçimleri de vardır. Sömürgecilik ve emperyalizm ikinci tür “ulusal çıkar”a örnektir.
Ulus toplumların, “ulusal çıkar” ilkesinden türeyen ortak özelliklerinden birisi “ulusal bağımsızlık”tır. Ulusal bağımsızlık, ulus toplumun iradesinin kendisi dışındaki ulusların iradelerine bağımlı olmaksızın hareket edebilmesini sağlayan ilkedir. İnsanlığın toplumsal yaşamının “ulus toplumlar dönemi”nde, ulusun bireylerinin kendisi dışındaki ulusların bireyleriyle eşit ve böylece bağımsız olabilmesi için, o ulusun “ulusal bağımsızlık zırhı” ile sarılıp korunması gerekir. Bir toplum ulusal bağımsızlık zırhı ile sarılı olmadıkça, ulusal çıkarlarını koruyamaz. Başka bir deyişle, bir toplum ulusal bağımsızlık zırhına bürünmedikçe, başka toplumların iradesine ve çıkarlarına tabi olur. Bu nedenle, ulusal çıkar ilkesinden, ulusal bağımsızlık ilkesi –zorunlu olarak- türer. Ulusal bağımsızlık, ulus toplumun iradesinin kendisi dışındaki ulusların iradelerine bağımlı olmaksızın hareket edebilmesini sağlamakla, mensubu olan bireylerin iradelerinin diğer ulusların bireylerinin iradesinden bağımsız olmasını sağlar. Bu nedenle ulusal bağımsızlık, demokrasinin temel ilkesi olan; “bağımsız ve eşit birey ilkesi”nin ulus dışına doğru yayılmasını; bir ulusun bireylerinin diğer ulusların bireylerinden bağımsız ve onlara eşit olmalarını sağlayan ilkedir. Dünyanın siyasi yapılanmasının ulus toplum ağırlıklı olduğu zamanımızda, ulus bağımsız olmazsa, ulusun bireyleri ulus dışındaki bireylere karşı bağımsız ve eşit olamaz.
Ulus toplumların, “ulusal çıkar” ilkesinden türeyen diğer ortak özelliği “ulusal egemenlik”tir. Ulusal egemenlik, ulus mensuplarının her birisinin, toplumun yönetimine “bağımsız ve eşit birey” olarak katılmasını sağlayan ilkedir. Başka bir deyişle, ulusun bireylerinin birbirlerinden bağımsızlıkları ve birbirlerine eşitlikleri, ulusal egemenliğin ön ve öz koşuludur. Öyle ya; ulusun bütün bireylerinin ulus topluma mensubiyetini sağlayan ulusal çıkar temel ilkesi, ulusun bütün bireylerinin ortak paydası ise, ulusal çıkarın korunması, ulus bireylerinin ulusun yönetimine bağımsız ve eşit bireyler olarak katılmalarını gerektirir. Ulusun tüm bireylerinin bağımsız ve eşit olmadığı, bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerinin var olduğu bir toplumda ulusal egemenlikten değil, bireylerin bazılarının bağımlı oldukları sınıf ya da diğer toplumsal grupların egemenliğinden, bu çerçevede “ulusal çıkar”dan değil, “egemen sınıf ya da grupların çıkarları”ndan, söz edilir. Ulusal egemenlik, ulus bireylerinin her birinin diğerlerine bağımlı olmadığı, onların özgür iradeleriyle hareket edebilmelerini sağlayan bir ulusal hukuk sistemi ve hukuk düzeni temelinde tam olarak gerçekleşebilir. Ulusal çıkar da, ulusal egemenlik ilkesinin gerçekleştiği bir toplumda söz konusu olabilir. Bu nedenle, ulusal egemenlik ilkesi, ulus toplumu oluşturan bireylerin birbirlerinden bağımsız ve birbirlerine eşit olmalarını, demokratikleşmenin ulus toplumların içinde yayılmasını sağlayan ilkedir.
Ulusal bağımsızlık, bağımsız ve eşit birey ilkesinin ulus toplumun dışına doğru yayılmasını, ulusal egemenlik de bağımsız ve eşit birey ilkesinin ulus toplumun içine doğru yayılmasını sağlayan ilkelerdir. Ancak, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri arasında, birbirlerini ve böylece “bağımsız ve eşit birey ilkesini besleyen çok yakın bir ilişki ve etkileşim vardır. Bağımsız ve eşit birey ilkesi, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerinin karşılıklı etkileşimi içinde gerçekleşir. Ulusal bağımsızlık mücadelesinin başarılabilmesi için, tüm bireylerin bu mücadeleye katılması, yani ulusal kurtuluş/kuruluş mücadelelerinin, ulusal egemenlik zemininde verilmesi gerekir. Ulusal bağımsızlığın güçlendirilerek korunabilmesi için de, ulusal egemenliğin sonuna kadar derinleştirilmesi, ulus bireyleri arasındaki bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerinin tamamen tasfiye edilmesi gerekir. Tersine olarak, ulusal egemenlik ilkesinin gerçekleşmesindeki zaaflar ya da geri dönüşler, ulusal bağımsızlık ilkesini de zaafa uğratır. Bu nedenledir ki halkının iradesine dayanmayan, halkının desteğini yitirmiş, halkının iradesine aykırı davranan yönetimler, arkalarındaki siyasi güç eksikliğini, ya emirleri altındaki silahlı güçlere dayanarak halklarını terörize etmek suretiyle ya da ulus-dışı güçlerden alacakları siyasi destekle telafi etme yoluna saparak, ulusal bağımsızlığı ve bunun üzerinden ulusal egemenliği ve ulus bireylerinin bağımsızlığını ve eşitliğini tehlikeye atarlar. Kısacası ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerinin korunması ve derinleştirilmesi, bağımsız ve eşit birey ilkesinin sağlanması bakımından çok önemlidir ve bu iki ilke, ulus toplumlar, yerini dünya toplumuna bırakıncaya kadar önemlerini koruyacaklardır.
Öte yandan, yukarıda, ulusal egemenlik ilkesinin yeterince yayılıp derinleşmediği bir toplumda ulusal çıkardan değil, egemen sınıf ve grupların çıkarlarından söz edileceğini belirtmiştik. Eğer bir toplumun bireyleri arasında, bağımsız ve eşit birey ilkesine dayanan ulusal egemenlik ilkesinin sağladığı “ulusal çıkar” ortak paydası yoksa, o toplum bağımsız olsa bile ulus sayılamaz. Bu nedenle, bir toplumun uluslaşma düzeyi ulusal egemenlik ilkesine bağlıdır. Ulusal egemenlik ilkesi yayılıp derinleştikçe, ortak çıkar bütün bireylerin ortak paydası haline gelerek “ulusal çıkar”a dönüşeceği için, uluslaşma süreci ilerler. Bir toplumda ortak çıkar bilincinin olması ve bağımsızlık “ulus olma” için yeterli değildir. Ulusal egemenlik yoksa, o toplumda “ulusal çıkar” değil bazı kişi ve grupların çıkarı vardır. Bu nedenle mutlak monarşilerde, diktatörlükle yönetilen ülkelerde ve bağımsız ve eşit birey ilkesinin yeterince yayılıp derinleşmediği eksik demokrasili ülkelerde, toplum monarkın, diktatörün ve bazı kişi ve grupların iradesine, bu nedenle monarkın, diktatörün ve bazı kişi ve grupların çıkarına tabidir. Bir toplumda “ulusal egemenlik” ne kadar yaygın ve derinse, o toplumun uluslaşma düzeyi o oranda yüksektir.
Özetlersek; bir toplumun “ulus” olarak nitelenebilmesi için, o toplumda ulusal çıkar, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerinin her üçünün de hayata geçmiş olması gerekir. Bu ilkelerden birisinin eksik olması halinde o toplum “ulus” sayılamaz.
Acaba ulus toplumlar nasıl oluşup gelişmiştir?
2.2 Ulus Toplumların Oluşumu ve Gelişimi
Ulus toplumların oluşma süreci, İngiltere’de demokratikleşme sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen ve monarkın yetkilerinin sınırlayarak, bir kısmının kurulacak bir parlamentoya devrini öngören Magna Carta’ya (1215) ve İngiliz İnsan Hakları Bildirgesi’ne (1689) kadar gitmekle birlikte, insanlığın toplumsal yaşamındaki uluslaşma süreci, 18. yüzyılda, Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1774-1783) sonrasında ABD’nin bağımsız cumhuriyet olarak kurulmasından ve Fransız İhtilali’yle(1789) Fransa’da monarşinin devrilip cumhuriyetin kurulmasından sonra büyük bir ivme kazanmıştır. Ulus toplumun oluşması ya da uluslaşma sürecinin ivmesinin yükseldiği 18. yüzyılın son çeyreğinde acaba insanlığın toplumsal yaşamının genel siyasi yapılanması nasıldı?
2.2.1 18. Yüzyılın Son Çeyreğinde Dünyanın Toplumsal ve Siyasi Görünümü
18. yüzyılın son çeyreğinde dünyanın toplumsal ve siyasi yapılanmasına baktığımızda, şöyle bir manzara görülür.
Avrupa’da, meta üretimi ve ticaretinin yayılması böylece burjuvazi ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkıp yükselişe geçmesi sonucunda, kapitalizmin ekonomik ve toplumsal alt yapısı oluşmuştur. Ancak Avrupa’da mutlak monarşiler biçimindeki; insanlar arasında eşitsizlik ilişkilerine dayanan feodal toplumsal, siyasi ve hukuki yapılanma devam etmektedir.
Bir etnik grubun, birçok etnik grubu kendine bağımlı kılmasıyla oluşmuş olan ve toplumsal yapılanması insanlar arası eşitsizlik ilişkilerine dayanan, bu nedenle feodal; Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Çin İmparatorluğu ve Japonya İmparatorluğu varlığını sürdürmektedir.
Kuzey ve Güney Amerika kıtaları ile Asya’nın güneyi ve Okyanusya İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz tarafından sömürgeleştirilmiştir.
Afrika toplumları ilkel toplum biçimini yaşamaktayken, Avrupa’nın kapitalist ülkeleri tarafından sömürgeleştirilmiş ve köle ticaretine maruz kalarak, vatanlarından koparılıp meta gibi satılıp, köleleştirilmektedir.
Dünya böyle bir toplumsal ve siyasi yapılanma içindeyken, Batı Avrupa’da 15. yüzyılda Rönesans ile başlayan ve 18. yüzyılda “Aydınlanma” hareketine dönüşerek kitleselleşen büyük entelektüel sıçrama içinde, ulus toplumun oluşumuna esas olan düşünsel (felsefi, ideolojik, siyasi) ve bu düşünsel hareketliliğin rehberliğindeki pratik hareketlilik ortaya çıkmıştır. John Locke, Thomas Hobbes, Monteskiyö, Rousseau, Voltaire vs. düşünürler, insanlar arası feodal bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerine karşı, “bağımsız ve eşit birey ilkesi” üzerine kurulu bir toplumsal yaşam oluşumunu çok çeşitli boyutlarıyla düşünerek, felsefi, siyasi, pratik bir “demokratik düşünce malzemesi” hazırlamışlardı.
Ulusçuluk, kapitalist toplum ile birlikte Batı Avrupa’da ortaya çıkmış ve çeşitli dinamiklerle ve çeşitli biçimlerde oluşup dünyaya yayılmıştır.
2.2.2 Avrupa’da Kapitalizmin Gelişmesi ve Ulus Toplumların Oluşması
İnsanların, tıpkı bir at bir karasaban gibi özel mülkiyet konusu olabildiği, “köleci” Batı Roma İmparatorluğunun MS 476’da dağılmasından sonra, Batı Avrupa’da, birbirlerine karşı üstünlük kurabilmek için, birbirleriyle sürekli savaşan, irili ufaklı “sayısız” siyasi otoritecikler ortaya çıktı. Batı Avrupa “feodal toplum”a geçmişti. Feodal toplumda, insan “eşya hukuku” kapsamından çıkarak “insan hukuku” kapsamına girmişti, ancak, feodal toplumun serfleri hukuken derebeyinin toprağına bağlanmıştı, derebeyinin izini olmaksızın bağlı ve işlemekle yükümlü olduğu toprağı terk edemezdi. Bu nedenle, serflerin toplumsal varlığı tamamen derebeyinin iradesine bağımlı idi. Serfler derebeyleri tarafından alabildiğine sömürülüyor, derebeyleri zenginliklerine zenginlik katarken, sömürülen ezilen köylü kitleleri fakru zaruret içinde yüzmüş, bu yüzden Ortaçağın feodal Avrupası, sık sık çıkan köylü isyanları ile sarsılmıştır. Derebeylik düzeni, sadece içe doğru; serfleri sömürüp ezip, tüketme yönünde değil, dışa doğru; aralarındaki egemenlik mücadelesinden dolayı, feodal otoritecikler arasındaki bitip tükenmek bilmeyen savaşlar olarak da etkimekteydi. Ortaçağda Avrupa’nın geniş köylü kitlelerinin sefalet içinde yüzmesi, feodal derebeyleri arasındaki bitip tükenmez savaşlar ve köylü isyanları, derebeylerin yol açtığı bir kaos manzarasıydı. Bu kaosa karşı, burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilen devrimler sonucunda, “kapitalist toplum” denilen yeni ve daha ileri bir düzen kuruldu.
Roma İmparatorluğunun dağılarak, Avrupa toplumlarının feodal otoriteciklere bölünmesi, meta üretimi ve ticaretini de zayıflatmış, Avrupa’nın doğu ile ticari bağları da kopma noktasına gelmişti. Haçlı Seferleri sırasında Ortadoğu ile Cengiz İmparatorluğu üzerinden de Uzakdoğu ile ticaret köprüleri kurulmasıyla, Batı Roma İmparatorluğunun dağılmasından sonra zayıflamış olan Batı-Doğu ticaretini yeniden canlandı. Canlanan ticaret, önce ticaret burjuvazini ortaya çıkardı. Canlanan ticaretin kışkırttığı manüfaktür de sanayi burjuvazisinin oluşumunun habercisiydi. Manüfaktür, sadece sanayi burjuvazisini değil, işçi sınıfını da tarih sahnesine çıkarıyordu. Böylece feodalitenin bağrında yeni bir toplum biçimi şekilleniyordu: kapitalist toplum.
Kapitalist toplumun şekillenmesinin en belirgin göstergesi, meta üretimi ve ticaretinin yaygınlaşıp derinleşmesidir. Meta üretimi yaygınlaşıp derinleştikçe, metanın içinde hareket ettiği “piyasa”, giderek daha geniş insan kitlelerini içine almıştır. Piyasa yaygınlaşıp derinleştikçe, çeşitli feodal siyasi otoritecikler altındaki insanlar, piyasa ağlarıyla birbirilerine bağlanmışlar, feodal otoritelerin siyasi sınırlarını aşan, bir ekonomik ilişkiler ağları oluşmuştur. Meta üretimi ve ticareti, aynı dili konuşan, ortak yaşam alanına, ortak tarihi geçmişe ve ortak kültüre sahip insanlar arasında daha yoğun cereyan ettiği için, ekonomik ilişkiler ağının dokuları, bu insanlar arasında daha sıkı dokunmuştur. İşte, ortak dil, yaşam alanı, tarihi geçmiş ve kültüre sahip insanların, birbirlerine ekonomik ilişkiler ağı ile de bağlanmalarıyla, Batı Avrupa’da ulus toplumların alt yapısı oluşmuştur.
Batı Avrupa’da kapitalizm geliştikçe ekonomik ilişkiler ağı, parçalı toplumları bütünleşmeye yöneltmişse de feodal siyasi sınırlar, bütünleşmenin önüne engel olarak çıkmıştır. Bu nedenle, piyasanın yayılıp derinleşmesinin önünde sınır istemeyen burjuvazi feodalite ile çatışmıştır. Bundan dolayı, kapitalizmin gelişmesinin erken dönemlerinde, burjuvazi, güçlü bir feodal otoritenin birçok feodal otoriteciğe boyun eğdirmesiyle kurulan mutlak monarşileri desteklemiştir. Ancak, mutlak monark da bir feodal ilişkiler sisteminin parçası olduğundan, burjuvazi, mutlak monarşi ile de çatışmıştır.
Burjuvazi feodaliteyle, sadece, feodal siyasi sınırların, ekonomik ilişkiler ağının genişlemesini engellediği için değil, feodal hukukun serfleri ve yoksul zanaatçıları zincirle bağlamasından dolayı da çatışmıştır. Burjuvazinin zenginliğinin kaynağı işçi sınıfının ürettiği artı-değer idi. Kırsal kesimde serfler, derebeyinin izini olmadan topraklarını terk edemezlerdi. Kentlerde ise zanaatçılar lonca düzenine zincirle bağlıydı. Kısacası, feodal toplumun insanlar arası bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerine dayanan hukuk düzeni, burjuva zenginliğinin kaynağı olan artı-değer üretiminin artmasının önünde engel oluşturuyordu. Bu nedenle, feodal hukukun insanlar arası bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerinin tasfiyesi ve “bağımsız ve eşit birey ilkesi” üzerine yeni bir hukuk düzeninin kurulması, burjuva siyasetinin kalbini oluşturdu. Bu temel siyaset ilkesi, feodal toplumun tüm bağımlı ve eşitsiz insanlarını burjuva siyaseti saflarına çekti. Böylece, burjuvazi, “kaotik” derebeyliğe düzenine karşı “yeni düzen”in taşıyıcısı olarak ortaya çıktı. Ekonomik ve sosyal olarak belli bir güce ulaşan ve feodal eşitsizliklere karşı, Rönesans’tan Aydınlanma’ya kadar geliştirilen demokratik düşünce malzemesinden beslenen ve “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganında ifadesini bulan yeni ve daha ileri bir toplumsal düzen vaat eden burjuvazi, Batı Avrupa’da feodal toplumu ortadan kaldırarak kapitalist toplumu kurdu.
Burjuvazi, İngiltere ve Fransa’dan başlayarak, siyasi iktidarı da alıp, böylece ekonomik egemenliğini siyasi egemenlik ile tamamlayıp kapitalizmi kurmakla, Avrupa toplumları uluslaşma sürecine girmiştir. Avrupa toplumları uluslaşırken, bu sürecin öncüsü olan burjuvazinin hedefleri şunlardı:
–Kendine ait bir “vatan”a sahip olarak, bu vatanın doğal kaynaklarını diğer ulusların burjuvalarının kullanımına kapatarak meta üretimi için kullanmak.
–Feodal toplumsal-siyasi parçalanmışlığı, bütünleşmeye dönüştürerek, içinde metalarını serbestçe tedavül ettirip mübadele edebileceği, çok daha geniş insan ilişkileri sisteminden oluşan bir serbest piyasaya kavuşmak.
–Artı-değere el koymak suretiyle, emeklerini sömürerek zenginliğine zenginlik katacağı, feodal zincirlerle bağlı olmayan serbest emekçi kitlesine kavuşmak.
–Böylece, kendine ait bir ekonomik egemenlik alanına sahip olmak.
–Avrupa’da ulus toplumun oluşmasıyla, burjuvazinin yanında, her bir ulusun işçi sınıfı da iş bulma ve çalışma olanaklarını, diğer ulusların işçi sınıfı ile paylaşmama olanağı elde etti.
Böylece, esas olarak ulusal burjuvazi ve işçi sınıfının ekonomik çıkarlarına dayanan bir “ulusal çıkar” ilkesi oluştu.
Ulusal çıkarların korunması, ulusun bağımsızlığı ile mümkün olabileceği için, kapitalist toplumun oluşum sürecinde beliren ulusal çıkar ilkesinden, “ulusal bağımsızlık” ilkesi türedi.
Feodaliteye karşı mücadele, “özgürlük eşitlik kardeşlik” sloganında ifadesini bulan “bağımsız ve eşit birey” ilkesi temelinde yürütüldüğü için, bu mücadele içinde “ulusal egemenlik” ilkesi şekillendi.
İşte Batı Avrupa’nın kapitalist toplumları, “ulus toplum” olarak böyle yapılandı.
Kuşkusuz, burjuvazi feodal topluma son verip, ulus toplum halinde kapitalizmi kurmakla, demokratikleşme süreci tamamlanmamıştır. Burjuvazinin feodal eşitsizliklere karşı demokratik siyasi duruş ve davranışı, kapitalizmin kuruluşunun tamamlanmasıyla birlikte sona erdi. Kapitalist toplumun egemen sınıfı olarak burjuvazi, mümkün olduğu kadar fazla artı-değer elde ederek zenginliğine zenginlik katmak için, artı-değerin kaynağı olan işçi sınıfını kendine bağımlı kılarak, baskısını arttırdı da arttırdı. İşçi hukuken bağımsız ve eşit birey idi. Ancak, yaşamak için çalışmak, bu nedenle kapitaliste bağımlı olmak durumundaydı. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki bağımlılık ilişkisi nedeniyle, kapitalist demokrasi, ulus toplumun kurucu ilkelerinden ulusal egemenlik ilkesinin “burjuvazinin egemenliği” ile sınırlandığı eksik bir demokrasiydi. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskısı, Batı Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde, 19. yüzyılın ortalarındaki; işçi sınıfının ölümüne çalışmaya zorlandığı “vahşi kapitalizm” biçiminde somutlaşan kaos tablosunu ortaya çıkardı; kapitalist topluma egemen olan burjuvazi, toplumunun insanını tüketiyordu. Burjuvazinin zulüm derecesine varan baskısı, Batı Avrupa işçi sınıfının dayanışmasına, örgütlenmesine böylece isyanına ve mücadelesine yol açtı. Toplumsal yaşamda ortaya çıkan kaosa karşı, bu kez işçi sınıfı düzenin taşıyıcısı olarak ortaya çıktı. Burjuva zulmüne karşı mücadelesinde, işçi sınıfının meşruiyet dayanağı, kapitalist toplumun kurucu ilkesi olan “bağımsız ve eşit birey ilkesi” idi. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı demokratik mücadelesi başarıya ulaştıkça, işçi partileri de Batı Avrupa siyasal sisteminin bir parçası oldu ve bağımsız ve eşit birey ilkesi ya da ulusal egemenlik ilkesi yaygınlaşıp derinleşti,
Kapitalizmin gelişim süreci içinde ulus toplumların ortaya çıkması, sadece Batı Avrupa’da değil, sömürgelerde ve imparatorluklarda da ulusçuluğun yayılmasına yol açmıştır.
2.2.3 Amerikan Kolonilerinde Ulusçuluğun Yayılması (Anti-Kolonyalizm)
“Merkantilizm” olarak bilinen, Batı Avrupa kapitalizminin emekleme dönemindeki “Büyük Coğrafya Keşifleri” sırasında, 15. yüzyıldan itibaren, Avrupa ülkeleri, Amerika, Afrika ve Asya’da birçok ülkeyi sömürgeleştirerek, bu ülke halklarını kendilerine bağımlı kılmışlardı. Sömürgeciliği İspanya ve Portekiz başlattı. Bunları başta İngiltere ve Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkeleri izledi. Daha sonra, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” kuran İngiltere, İspanya ve Portekiz’i çok gerilerde bırakarak, sömürgecilik şampiyonu oldu.
Sömürgeciliğe karşı (anti-kolonyalist) kurtuluş savaşlarının ilki ve en ünlüsü Kuzey Amerika’daki 13 İngiliz kolonisinin, İngiltere’ye 1775’te isyan etmesi ile başlayan Amerikan Bağımsızlık Savaşı’dır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı başlatan olay, İngiltere’nin yedi yıl savaşlarının harcamalarının getirdiği yükü kolonilere yüklemek amacıyla, ağır vergiler koymasıdır. Bu olayın tetiklediği Bağımsızlık Savaşı’na esas olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (04 Temmuz 1776), Batı Avrupalı düşünürler tarafından geliştirilen ve kapitalizmin oluşumu sırasında burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelede siyasetine temel aldığı “bağımsız ve eşit birey ilkesi”ne dayandırılmıştır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın 1783’te zaferle sonuçlanması üzerine, Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonileri (Kanada hariç) bağımsızlıklarına kavuşarak ABD adını almışlardır. Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonileri halkını bir araya getirerek, İngiltere’ye karşı savunmaya giriştikleri “ulusal çıkarları”, “ulusal bağımsızlık” bilinci ve ilkesini doğurmuş, verilen bağımsızlık savaşının sıcak ortamının koloniler halkının bireylerini eşitlemesi sonucunda da “ulusal egemenlik” ilkesi oluşmuştur. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde ifadesini bulan; ulus toplumun bu üç kurucu ilkesi, “Amerikan Ulusu”nu şekillendirmiştir.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı, İngiliz kolonilerinin, “koloni” yapılanmalarını koruyarak, aralarında İngiliz yönetimine karşı oluşturdukları “siyasi-askeri birlik” temelinde verildiği için, Savaş’ın kazanılmasına müteakip kurulan devlet, “federal” olarak yapılanmıştır. Her bir koloni “eyalet” biçiminde kendi “federe devlet”ini kurarken, bağımsızlık siyasetinin vücut verdiği federal ABD, Amerikan ulusunun devleti olmuştur. Öte yandan, ABD halkı, Kuzey Amerika yerlileri ile çoğu Avrupalı olan çok farklı etnik kökenlerden gelmekle birlikte, bağımsızlık savaşı, çok çeşitli etnik kökenlerden gelen bu insanlarda “ABD yurttaşlığı” ortak siyasi bilincini ve bu ortak bilinç “Amerikan Ulusu” olarak ete kemiğe bürünmüştür.
ABD’nin sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı sonucunda bir ulus olarak ortaya çıkması, böylece, bağımsız ulus mensuplarının “bağımsız ve eşit bireyler” haline gelmesi, Orta ve Güney Amerika halklarını da harekete geçirmiştir. Böylece ulusçuluk, Orta ve Güney Amerika’ya da yayılmıştır. O zamana kadar çoğunluğu İspanyol, bir kısmı da Portekiz sömürgesi olan Orta ve Güney Amerika halkları, bölge bölge bağımsız uluslar haline gelmişlerdir. Latin Amerika olarak da adlandırılan, Orta ve Güney Amerika halkları da, ABD örneğinde olduğu gibi, yerli halk ile çoğu Avrupalı olan çok sayıda etnik kökenden gelmekle birlikte, ülkelerine (vatanlarına) sahip çıkma ortak paydasında birleşmek suretiyle ,sömürgeci ülkeler tarafından oluşturulmuş koloni yönetimleri bazında bağımsızlık savaşı vermişlerdir. Koloni yönetimlerini baz alan bağımsızlık siyasetinin yayıldığı etki alanlarındaki her bir halk, bağımsızlık savaşlarının kazanılmasını müteakip bağımsız ulus olarak ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, sömürge kolonilerinin bölge bölge oluşan “ulusal çıkarları” ve bundan türeyen “ulusal bağımsızlık” bilincine dayanan bağımsızlık savaşları sonucunda ve sıcak savaş içinde oluşan “ulusal egemenlik” ilkesi temelinde, bir dizi Latin Amerika ulus devletleri doğmuştur. Latin Amerika ulus devletlerinin oluşmasında, etnik köken değil, bağımsızlık siyasetinin fiilen yayılıp kapsadığı halk kitleleri, anti-kolonyalist siyasi-askeri hareketin birleştirdiği halklar esas olmuştur. Orta ve Güney Amerikanın yerli halklarının, buralara göç eden Latin (İspanyol, Portekiz, Fransız, İtalyan) kökenli göçmenler ile kültürel ve demografik olarak kaynaşmasından oluşan Latin Amerika halklarının kültürel ve demografik homojenliği, Latin Amerika bağımsızlık savaşlarının efsanevi önderi Simon Bolivar’ın “Latin Amerika Birliği” adlı ütopya-ulusunun da dayanağı olmuştur.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde tüm Orta ve Güney Amerika ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.
Uluslaşma, dünyada sadece Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve anti-kolonyalizm sonucunda yayılmamıştır.
2.2.4 İmparatorluklardan Ulus Toplumların Doğması
Ulusçuluk, tarih boyunca bir milletin toplumsal benmerkezciliğinin etkinliği sonucunda, başka milletleri egemenliği altına almasıyla kurulmuş olan imparatorlukları da etkilemiştir. Avrupa ve Amerika’da peş peşe oluşan ulus toplumlarda, insanların bağımlılık ilişkilerinden kurtularak, “bağımsız ve eşit birey” haline gelmeleri, İmparatorlukların tebaa konumundaki milletlerin mensuplarını harekete geçirmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda Batı Avrupa’da ve Amerika’da ulusçuluk uç verip, ulus devletler kurulmaya başladığında, dünyada beş imparatorluk vardı: Osmanlı, Çarlık Rusya, Avusturya-Macaristan, Çin ve Japonya İmparatorluğu.
19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğunun Balkan topraklarında başlayan ulusçuluk hareketleri, tüm İmparatorluğa yayıldı. Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Romenler, Arnavutlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar Osmanlı egemenliğinden kurtulmak için hareketlendiler. Kimisi kanlı isyanlar, kimisi de “büyük” devletlerin himayesi ve Osmanlı’ya dayatması sonucunda 1830’da Yunanistan, 1878’de Romanya, 1882’de Sırbistan, 1908’de Bulgaristan ve 1913’te Arnavutluk Osmanlı İmparatorluğundan koparak bağımsız devletler oldular. Ermeniler 1. Dünya Savaşı sırasında zorunlu göçe tabi tutulduğu için, Osmanlı toprakları üzerinde bir Ermeni devleti kurulmamıştır. Kürtlerin bir kısmının ve Arapların yaşadığı Osmanlı toprakları, 1. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız manda yönetimlerine verilmiştir. Osmanlı’dan İngiliz ve Fransız manda yönetimlerine geçen Kürt ve Arapların akıbetini aşağıdaki “Bağışlanan Bağımsızlıklar” bölümünde anlatacağız.
Ulusçuluk, Rusların egemen millet olduğu Çarlık Rusya İmparatorluğunda da yayıldı. Çarlık Rusyası’nda, ulusçuluk yanında sosyalizm de hızla yayılarak etkili bir siyasi hareket haline geldi. Rusya’daki sosyalist siyasetin en etkili örgütü, 1917 Ekim Devriminden sonra Komünist Partisi adını alacak olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik Partisi) idi. 20. yüzyıl başlarında, Çarlık Rusyası’nda, dört çelişki vardı: “egemen millet olan ve Çar tarafından temsil edilen Ruslar ile tabi milletler arasındaki çelişki”, “feodal aristokrasi-köylülük çelişkisi”, gelişen kapitalizm nedeniyle “burjuvazi ile feodal aristokrasi arasındaki çelişki” ve “burjuvazi işçi sınıfı çelişkisi”. Bu çelişkiler yumağının hareketi Çarlık Rusyası’nı dağılmayla karşı karşıya bırakıyor, bu nedenle Çarlık Rusyası bir kaos görünümü sergiliyordu. Böyle bir ortamda, “burjuvazi ve feodal aristokrasiye karşı işçi köylü ittifakı” ve “ulusların kaderlerini tayin hakkı” ilkeleri temelinde siyaset yaparak, monarşi, aristokrasi ve burjuvazinin yol açtığı kaosa karşı, işçi ve köylü kitleleri tarafından taşınan düzene önderlik eden Bolşevik Partisi, kaosu düzene dönüştürebilecek yeteneğe sahip olmada en etkili siyasi örgüt haline geldi. Bolşevik Partisi tarafından gerçekleştirilen Ekim Devriminden sonra, her millet kendi ulus devletini kurdu ve Çarlık Rusyası’nın milletleri, Bolşevik Partisinin öncülüğü ve birleştiriciliğinde bir araya gelerek, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğini (SSCB) oluşturdular. SSCB, hukuken, “kendi kaderini tayin ederek kendi ulus devletlerini kurmuş milletlerin gönüllü birlikteliği” görünümündeydi. Ancak, gerçekte SSCB’nin egemen milleti Ruslar idi. Böylece, Çarlık İmparatorluğu çeşitli ulus devletlere dönüştü, ancak bu ulus devletlerin sosyalizm ortak siyaseti temelinde Bolşevik Partisi tarafından bir siyasi birlik içine alınmaları sonucunda, İmparatorluk dağılmadı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise, 1. Dünya Savaşı sonrasında dağıldı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan ise Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya Cumhuriyeti, Ukrayna Halk Cumhuriyeti, Batı Ukrayna Ulusal Cumhuriyeti ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı doğmuştur.
Osmanlı, Çarlık ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ulus devletlere dönüşmesini demokratikleşme açısından değerlendirdiğimizde, bu gelişmenin demokratik olmadığını görüyoruz. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan kopan milletlerin büyük bir çoğunluğu “monarşi” biçiminde kurulmuş olduğu, Sovyet Birliği de -sosyalist terimle- bir “proletarya diktatörlüğü” olduğu için, bu devletlerin oluşmasını “bağımsız ve eşit birey ilkesinin yayılması” ya da “demokratikleşme” olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bununla birlikte, tıpkı Batı Avrupa ülkelerinin mutlak monarşilerden ulus topluma evrilmelerinde olduğu gibi, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan kopan devletlerin zamanla ulusal çıkar, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri temelinde, monarşiden ulus devlete evrildiğini, 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve sosyalist ülkelerin kapitalizme yönelmelerinden sonra, bunların da ulusal çıkar, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri temelinde ulus devlete doğru evrildiğini, bu nedenle imparatorlukların dağılması sonucunda oluşan devletlerin uluslaşması sürecinin uzunca bir zamana yayıldığını görüyoruz.
İmparatorlukların dağılma sürecinde oluşan ulus toplum/devletlerin oluşmasına baktığımızda, bunlarda “ulusal çıkar” ilkesinin, etnik temele dayandığını görüyoruz. İmparatorluklar bünyesindeki “tebaa” konumundaki her bir etnik grupta, Fransız İhtilali’nin estirdiği ulusçuluk rüzgarının etkisiyle, tebaası oldukları imparatorluğun egemen etnik grubuna karşı, kültürel birlik temelinde “ulusal çıkar” bilinci oluşmuş ve bundan “ulusal bağımsızlık” bilinci türemiştir. Osmanlı, Çarlık ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının dağılması ve etnik temelde başlayan uluslaşma sürecinin nasıl geliştiğini yukarıda ortaya koymuştuk.
Öte yandan, 19. yüzyılda Çin ve Japonya İmparatorlukları, ABD ve Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin emperyalist politikalarının sonucu olarak, bu ülkelerin yarı-sömürgesi haline getirilmiştir. Japonya, yarı-sömürge iken, yürürlüğe konulan “Meici Reformları” ile önce bağımsız ulus toplum/devlet, daha sonra kapitalist-emperyalist bir devlet haline gelmiştir. Yarı-sömürge Çin İmparatorluğu’nun ise, bağımsız bir ulus devlet haline gelmek için 20. yüzyılın ortalarına kadar süren uzun bir kurtuluş savaşı vermesi gerekmiştir.
Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin, 19. yüzyılın sonlarından itibaren emperyalistleşip, “ulusal çıkarlarının gereği olarak” sömürge ve yarı-sömürge imparatorlukları kurmalarına müteakip, uluslaşma-demokratikleşme süreci farklı bir dinamizm kazanarak, tüm dünyaya yayılmıştır.
2.2.5 Anti-Emperyalist Mücadele
19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması sürecinin belli bir aşamasında, rekabetin sona ererek, ekonomiye tekellerin egemen olmasıyla birlikte, kapitalizm “rekabetçi” aşamadan “emperyalist” aşamaya geçti. Sermayenin yoğunlaşması, kar oranlarında düşme eğilimine yol açtığından, metropollerde sürekli birikerek, sermayenin yoğunlaşmasını besleyen ve kar oranlarını düşüren “fazla sermaye”, sömürgelere doğru sınır ötesi yolculuğa çıkarıldı. Böylece, fazla sermayenin kar oranları üzerindeki baskısı hafifletildi. Sömürgelere ihraç edilen sermaye, özellikle, metropollerdeki yığınsal üretimin ürünlerinin sömürgelere pazarlanması ve sömürgelerden hammadde temini olanaklarını genişletmek için, ulaşım ağlarının, depolama tesislerinin, limanların vs. inşası işlerinin finansmanında, bunun yanında sömürgelerdeki feodal egemenlerin lüks harcamalarının karşılanmasında kullanıldı. Kuşkusuz, sömürgelere verilen borç paralar, sermayedarlara yüksekçe bir faiz kazancı sağlıyordu. Öte yandan, gelişmiş ülkelerde tekelleşmenin belirginleşmesiyle birlikte, yürürlüğe konulan anti-tekel kanunlarıyla, kapitalist metropollerde tekelcilik yasaklandı. Bu nedenle, tekelciler, tekelci faaliyetlerini ancak sömürgelerde yürütebilirlerdi. Bunun sonucu olarak, sömürgeler, tekelci kapitalistlerin tekel fiyatlarıyla mal pazarladıkları yerler haline geldi. Bunun yanında, sömürgeler daha rekabetçi kapitalizm döneminden beri, metropol sanayisi için ucuz hammadde kaynağı idi. Bütün bunların yanında, sömürgeler, özellikle Afrika, sudan ucuz köle emeği kaynağı idi. Bütün bu nedenlerden dolayı, gelişmiş kapitalist ülkeler için, sömürge sahibi olmak ve sömürgelerin sömürülmesi bir “ulusal çıkar” idi. Başka bir deyişle, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, emperyalistleşmiş kapitalist ülkeler halkının “ulusal çıkarı”, sömürgelerin kaynaklarının “ulusça” yağmalanıp, “ulusal sınıflar güç dengesi” çerçevesinde bölüşülmesiydi.
Esasen gelişmiş kapitalist ülkeler daha rekabetçi kapitalizm aşamasındayken mallarını pazarlayıp, ucuz hammadde temin ettikleri sömürgelere sahiptiler. Ancak, emperyalizm aşamasında tekel fiyatlarıyla mal satma ve sürekli artan hammadde ihtiyacını temin yerleri olmaya ilaveten, sermaye ihraç yerleri de olmaları nedeniyle, sömürgelerin önemi kat be kat arttı. Bunların yanında 18. ve 19. yüzyıllarda Amerika kıtalarında yükselen anti-kolonyalizm, sömürgeci Avrupa ülkelerinin “sömürge olanaklarını” daralttı. Bütün bunlardan dolayı, özellikle 19. yüzyılın sonlarında sömürgecilik büyük bir hız kazandı, dünyada sömürgeleştirilmemiş yer bırakılmadı. Bu arada, yüzyılların imparatorlukları olan Osmanlı, Çin ve Japon İmparatorlukları yarı-sömürge haline getirildi. Öte yandan, bağımsızlaştıktan sonra, çok büyük bir atılım yaparak, dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkeleri arasına giren ABD ile Latin Amerika ülkeleri arasında hegemonya ilişkileri kuruldu, Latin Amerika ABD’nin “arka bahçesi” haline geldi. Böylece, 20. yüzyılın başlarında, dünyanın güney yarıküresindeki ülkelerin neredeyse tamamı kuzey yarıkürenin gelişmiş kapitalist ülkelerinin sömürgesi, yarı-sömürgesi ya da bağımlı ülkesiydi.
Özetle, sömürgeler, yarı-sömürgeler ve bağımlı ülkeler, emperyalist metropollerin, fazla sermayelerini ihraç ettikleri, kitlesel üretimlerinin ürünlerini tekel fiyatları ile pazarladıkları, sanayilerinin hammaddelerini ucuz fiyatlarla temin ettikleri, insanlarını köleleştirerek meta gibi sattıkları, “ikinci sınıf” bu nedenle yönetilmeye, medenileştirilmeye muhtaç insanların yaşadığı yerlerdi. Görüldüğü gibi 19. yüzyılın son çeyreğine kadar ulusçuluk, “bağımsız ve eşit birey ilkesi”nin yayılmasına, yani demokratikleşmeye temel olan bir siyaset iken, kapitalizmin emperyalistleştiği 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, emperyalistlerin elinde insanlar arasında bağımlılık ve eşitsizlik ilişkileri kurulmasına neden olan, yani anti-demokratik, yani gerici bir siyaset haline gelmiştir.
Emperyalist metropollerin anti-demokratikliği sadece geri ülke halklarının bağımlı kılınmasından ibaret değildi. Emperyalist metropollerin her biri, diğerinin elindeki sömürgelere sahip olma, bu amaçla diğer metropoller üzerinde egemenlik kurma peşindeydi. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kızışan sömürge kapma yarışı, 1. Dünya Savaşı faciasıyla sonuçlandı.
Emperyalist işgal, zulüm, sömürü ve “ikinci sınıf” bu nedenle “yönetilmeye muhtaç insan” sayılarak aşağılanmaları, sömürge ülke halklarını emperyalizme isyan ettirdi. Emperyalist kapitalizm aşamasında, dünya siyasetinin baş çelişkisi emperyalist metropoller-sömürgeler çelişkisi idi. Ülkelerinin işgal edilerek, iradelerinin emperyalist metropol ulusun ulusal çıkarına zor kullanılarak bağımlı kılınması ve böylece kaynaklarının emperyalistlerce talan edilmesi, Çelişkiyi oluşturup harekete geçirerek, sömürge ülke halklarında, yaşam alanlarına (vatan) sahip çıkma ve koruma “ulusal çıkarı” ortak paydası temelinde, ulus olma bilincini uyandırdı. Böylece, sömürgeciliğin insanlığın toplumsal yaşamında yol açtığı kaosa karşı, sömürge ülke halkları düzenin taşıyıcısı oldular. Ulusal çıkar bilinci, o zamana kadar insanlığın siyaset pratiğine çoktan girmiş olan “ulusal bağımsızlık”, ulusal çıkarlarını elde etmeleri ve korumalarının siyaseti olarak sömürge ülke halklarına da yayılmıştır. Sömürgelerin anti-emperyalist ulusal bağımsızlık mücadeleleri 20. yüzyılın başlarında başladı ve “ulusal kurtuluş savaşları” olarak somutlaştı. Sömürge ülke halklarının yek vücut olarak, dişe diş verdikleri ulusal kurtuluş savaşları, bu ülke halklarının bireyleri arasındaki bağımsızlık ve eşitliğin de temelini oluşturdu.
Ulusal kurtuluş savaşlarının meşruiyetinin dayanağı da “bağımsız ve eşit birey ilkesi” idi. Sömürge ülkeler insanları da bağımsız ve eşit olmak, bunun için burjuvazi tarafından “evrensel” olarak öne sürülüp, pratiğe geçirilmiş olan bu ilkeyi kendileri de yaşamak istiyordu. Ancak bunun için, her şeyden önce, emperyalist metropollerle bağımlılık ilişkilerine son vererek, “bağımsız ulus” olmaları, siyasi bağımsızlıklarını kazanmaları gerekiyordu.
Emperyalist metropollerin, sömürge ülke halklarını ezip sömürerek onları fakrü zarurete sürüklemek, sömürge ülke halklarına boyun eğdirmek için veya birbirlerinden sömürge kapmak için savaşlar yapmak suretiyle insanlığın toplumsal yaşamını yönelttiği kaosa karşı, sömürge ülke halkları düzenin taşıyıcısı olmuşlardır. 20. yüzyıl boyunca süregiden anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşları başarıya ulaştıkça, ulus toplum dünyaya yayıldı. Ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ulaşmasında, Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki sosyalist siyasetin de önemli katkısı olmuştur. Sovyetler Birliği, kapitalist-emperyalizmi zayıflatıp, sosyalizmi güçlendirme siyasetini takip ederek, ulusal kurtuluş savaşlarına maddi manevi önemli destek sağlamıştır.
Sömürgelerin anti-emperyalist mücadelesinin toplumsal zeminini, bu mücadelenin siyasi-askeri örgütlenmesinin yayıldığı ülkelerde kapsayıp birleştirdiği halk kitleleri oluşturdu. Bunun sonucu olarak, sömürge ülkelerde anti-emperyalist mücadelenin siyasi-askeri kapsamı içinde yer alan halklar, etnik kökenleri ne olursa olsun, ulusal kurtuluş siyasetinin şemsiyesi altında, bir siyasi birlik haline gelerek “ulus toplum”u oluşturdular. Emperyalist metropolün işgaline karşı mücadele çizgisinde birleşen sömürge halkları, mücadeleleri başarıya ulaştıkça bağımsız ulus devletlerini kurdular. Anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşları sonucunda oluşan uluslar da tıpkı anti-kolonyalist savaşlar sonucunda oluşan uluslar gibi etnisite temelinde değil, anti-emperyalist siyasi-askeri hareketin kapsayıp birleştirdiği halklar temelinde şekillenmiştir. Türkiye, Çin ve Hindistan bu türden ulusların tipik örnekleridir.
Ancak bütün sömürgeler, dişe diş bir kurtuluş savaşı sonunda bağımsızlıklarını kazanarak ulus toplum olmadı.
2.2.6 Bağışlanan Bağımsızlıklar
20 yüzyıl anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşlarının “bağımsız ve eşit birey ilkesi”ne dayanan siyaseten meşruluğu ve haklılığı, bu savaşlara coşkulu ve yoğun bir halk desteği ve katılımı sağlıyordu. Bu nedenle, emperyalist metropolün ekonomik-askeri imkanlarının genişliğine rağmen savaş, sömürge halklarının “bağımsız ulus” olmasıyla sonuçlanıyordu. Bunun yanında, Sovyetler Birliği’nin, ulusal kurtuluş savaşlarına, “emperyalizmi zayıflatma” siyasetinden kaynaklanan desteği nedeniyle, bağımsızlaşan ülkeler nezdinde SSCB’nin prestiji artıyordu. Kapitalist-emperyalist sistemin 1. Dünya Savaşı sonrasındaki yükselen gücü ABD sömürgeciliğe karşı idi. ABD bu tavrını, 1. Dünya Savaşı sonrasında nasıl bir dünya düzeni istediğini ifade eden Wilson İlkeleri ile ortaya koymuştu. Nihayet; kapitalizmin temelindeki “bağımsız ve eşit birey ilkesi” nedeniyle, metropollerin sömürgeciliği sürdürmesinin hiçbir meşru siyasi-ahlaki dayanağı yoktu. Böylece; sömürgelerin eninde sonunda bağımsızlaşacaklarını gören Avrupalı kapitalist-emperyalist metropoller “kurtardığımız kârdır” anlayışıyla, ellerinde kalan sömürgeleri azatlayarak, onlara bağımsızlık bağışladılar. Bunların büyük çoğunluğunun durumu, siyaset literatürüne “Muz Cumhuriyetleri” olarak geçti. Başta Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, Kenya olmak üzere, birçok Asya ve Afrika ülkesi, metropollerinin kontrolü altında, “bağımsız ülke” oldular ve metropollerle siyasi bağlarını sürdürdüler.
Bağışlanan bağımsızlıklara bir başka örnek de 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, kendilerini yönetmekten “aciz” sayılan; savaş mağlubu Osmanlı’dan ele geçirilen Ortadoğu ülkelerinde ve yine savaş mağlubu Almanya’nın sömürgelerinde kurulan “manda yönetimi” altındaki ülkelerin bağımsızlaştırılmasıdır. Bağımsızlık bağışlanarak uluslaşan sömürgelerde ve mandalarda, ulus toplum, esas olarak, sömürge ya da manda yönetimlerinin yetki alanları esasına göre oluştu.
Bağımsızlıklarını bağışlanma yoluyla elde eden ülkeler, bağımsızlıklarını elde etme yollarına rağmen, hukuken “bağımsız ülke” konumundadırlar. Bu ülkeler dışa karşı bağımsız olmaları ve insanlarının ulusal çıkar bilinciyle birbirlerine bağlanmış olmaları yanında, Kanada, Avustralya gibi bazıları, bağımsız ve eşit birey ilkesinin ya da ulusal egemenlik ilkesinin oldukça yaygın olduğu, bu nedenle ileri düzeyde uluslaşmış, demokratikleşmiş ülkelerdir.
2.2.7 Ulusçuluğun Yayılması Emperyalizmi Sona Erdirip Küreselleşme Sürecini Açıyor
Sömürgeciliğin tasfiye edilerek ulus toplumun dünyaya yayılması, emperyalist metropollerin burjuvalarının hareket serbestisini kısıtladı. Çünkü şimdi artık karşılarında, fazla sermayenin elini kolunu sallayarak girip, faizle semirmiş olarak çıkabileceği, tekel fiyatlarıyla mal satılan, hammadde kaynakları talan edilen sömürgeler değil, kaderine hakim olan bağımsız uluslar vardı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başta Çin ve Hindistan olmak üzere bir dizi ülkenin kapitalist-emperyalist sistemden kopması, sermaye ve tekel fiyatıyla mal ihracını ve ucuz hammadde teminini kısıtladı.
Tekel fiyatlarıyla mal ihracının kısıtlanmasının önemli sonuçları oldu. Ulus toplumun yayılması tekelciliğin de sonunu getirdi. Çünkü, sömürgeler, fazla sermayenin ihraç edildiği yerler ve ucuz hammadde kaynağı olma yanında, aynı zamanda, bağımlı oldukları kapitalist metropollerin burjuvazisinin, yerli ortakları aracılığı ile tekel fiyatlarıyla mal sattıkları yerlerdi. Buralara, sömürgeci ülke kapitalisti dışındaki kapitalistler giremediği için, rekabet ortamının oluşması ve tekel fiyatlarının kırılması mümkün değildi. Başka bir deyişle, her bir metropol tekelciliğini, metrpoller-sömürgeler -kapalı devre- sistemi içinde icra edebiliyordu. Ancak, bağımsızlıklarını kazanınca, sömürgeler, metropol ülkelerinin burjuvazisinin mallarına mahkum olmaktan kurtuldular. Çünkü onlar artık birer bağımsız ulus olarak, ihtiyaç duydukları malları en uygun fiyatı verenlerden alabilirlerdi. Böylece, ulus toplum dünyaya yayıldıkça, tekellerin tekelcilik yapabilecekleri zemin ortadan kalktı. 1960’lı yıllardan itibaren, tekeller kendilerini, dünya çapında birbirleriyle rekabet eder durumda buldular. 19. yüzyılın sonlarında gelişmiş ülkeler bazında sona eren rekabet, 20. yüzyılın sonlarına doğru, bu kez dünya çapında yeniden canlanmıştı. Böylece 19.yüzyılda rekabetin sona ermesinden sonra girdiği duraklamadan şahlanışa geçen teknolojik ilerleme, 1970’li yıllardan itibaren hissedilir biçimde gözlenmeye başladı ve ondan sonra şahlanışını ivmesini arttırarak sürdürdü.
Tıpkı kapitalizmin rekabetçi döneminde olduğu gibi, şimdi de kapitalistler rekabet edebilmek için yeni yeni teknolojiler talep ediyorlar ve yeni teknolojiler üretime uygulandıkça sermayenin yoğunlaşmasının ivmesi artıyor, sermayenin yoğunlaşması da kar oranlarını düşürüyordu. Sermayenin yoğunlaşması ve bunun sonucunda kar oranlarında düşme eğilimi, 19. yüzyılda sömürgelere sermaye ihraç edilerek frenlenmişti. Ancak şimdi artık gelişmiş kapitalist ülke kapitalistlerinin ellerini kollarını sallaya sallaya girebilecekleri sömürgeler yoktu; dünyada kendi kaderlerine hakim bağımsız uluslar ve sosyalist blok vardı. Bu durumda, metropollerde yığılan sermayenin dünyaya akışını sağlamak için 1970’li yıllarda “Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ)” çözümü bulundu. Ancak 20.yüzyıl boyunca geri ülkelerin çoğu kalkınabilmek için karma ekonomiler kurmuşlardı ve kamu girişimciliği, ekonomiye devletin müdahalesi, dış ticaret ve kambiyo denetimleri nedeniyle, bu ülkelerde ÇUŞ’lar “kısıtlı olarak” faaliyet gösterebiliyorlardı.
Öte yandan kapitalist sistemdeki geri ülkeler, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra kalkınabilmek için “ithal ikameciliği”ne dayanan içe kapalı bir ekonomi politikası benimsemişlerdi. Ancak ithal ikameciliği yapısal olarak ekonomik dengesizlik üretme potansiyeli taşıyor ve sık sık IMF’nin acı “istikrar reçeteleri” ile karşı karşıya kalıyorlardı. Gelişmiş ülkelerin teknolojik şahlanışı karşısında geri ülkeler 1970’li yılların sonunda yapısal dengesizliklerini çok daha sarsıcı ekonomik bunalımlar olarak yaşamaya başladılar. 1980’lere gelindiğinde Türkiye, Arjantin, Meksika, Brezilya gibi ülkeler derin bir ekonomik bunalım içine düştüler ve bu ülkelerde ithal ikameciliğine dayanan içe kapalı kalkınma modeli neredeyse iflas etti.
Kapitalist sistemde söz konusu gelişmeler yaşanırken 1980’li yıllarda ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası arasında “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılan bir belge hazırlandı. Washington Uzlaşması ile, dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılması hedefleniyordu. Washington Uzlaşması, sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi, dış ticaret ve kambiyo rejimlerinin liberalleştirilmesi ve özelleştirme olmak üzere üç ana ilke üzerine kuruluydu. Bu ilkelerin hayata geçirilmesinde IMF başrolü oynayacak, Dünya Bankası da IMF’ye destek olacaktı. Washington Uzlaşması ilkelerinin hayata geçirilmesinin adı “yapısal reformlar” olarak sunuldu.
1980’li yıllardan itibaren, kapitalist sistemdeki ekonomik bunalıma düşmüş ülkelerin önüne, IMF tarafından “yapısal reformlar yapma” koşulu konmaya başlandı ve böylece bu ülkeler ekonomilerini liberalleştirmeye zorlandı. Ancak bu ülkeler, “bağımsız ve demokratik” oldukları için, liberalleştirme reformlarının halk çoğunluğunun siyasi desteğine sahip siyasetçiler tarafından hayata geçirilmesi gerekiyordu. Bu siyasetçiler, içe kapalı ithal ikameci kalkınma politikalarının yasakçı ve demode olduğu, bunalım ürettiği, gelişmiş ülkelerde dolup taşmış, kabına sığamayan, akacak yer arayan para-sermaye olduğu için yapısal reformların hızla gerçekleştirilerek, ekonomilerin liberalleştirilmesi halinde ülkeye oluk oluk yabancı para-sermaye akacağı, bu paranın da geri ekonomilere “çağ atlatacağı” propagandası yapıldı. Liberalleşmenin adı “dışa açık büyüme” olarak kondu ve bir özgürleşme projesi olarak sunuldu. 1990’lara gelindiğinde kapitalist sistemdeki geri ülkelerde “yapısal reformlar”ın uygulanarak “dışa açık büyüme”ye yönelmede epeyce mesafe alınmıştı. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılıp sosyalist ülkelerin kapitalizme yönelmelerinden sonra, liberalleşme dalgası eski sosyalist ülkelere de dayatıldı. Bu ülkelerden Çin ve Polonya, IMF güdümlü “yapısal reform” dayatmalarını reddettiler ve yapısal dönüşümlerini kendi kontrolleri altında gerçekleştirdiler. 1990’ların ortalarına gelindiğinde, Washington Uzlaşması’nın ilkeleri dünyada geniş ölçüde hayata geçmiş, “üzerinde güneş batmayan piyasalar” oluşmuştu. Gerçi siyasi ve ekonomik sınırlar tamamen ortadan kalkmamıştı ama, dünyanın çok geniş bir bölümünde sermaye hareketleri ve kambiyo rejimleri liberalleştirilmiş, dış ticaret rejimlerinin liberalleştirilmesinde de 1980 öncesine göre büyük mesafeler alınmış, dünya bir “küresel köy” haline gelmişti. Böyle bir yapılanma içinde, gelişmiş ülkelerde durmadan biriken para-sermaye, tam bir özgürlük ile, o borsa senin bu piyasa benim, baş döndürücü bir hızla koşabiliyordu. Bu koşu o kadar hızlı oluyor ve bu koşu sırasında para öyle ısınıyordu ki, ona “sıcak para” dendi.
Ekonomik küreselleşmeye paralel olarak siyaset de küreselleşiyordu. Gerçekten de 1970’li yıllarda yükselişe geçen ve giderek ivmesi artan teknolojik ilerleme 80’li ve 90’lı yıllarda baş döndürücü bir hız kazanıyor, dünya hızla bilişim ve haberleşme ağlarıyla örülüyor, mal ve sermeye hareketleri dünyayı kucaklayan bir ekonomik yapı içinde hareket ediyor, teknoloji ve sermayeye erişim giderek kolaylaşıyor, ticaret fırsatları artıyordu. Bu gelişmelerin yanında, Paris Şartı’nın (21 Kasım 1990) rekor sayıda ülkenin katılımı ile imzalanması, SSCB’nin dağılıp Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 80’li yıllarda, “Washington Uzlaşması” çerçevesinde başlayan liberalleştirme dalgasının, eski sosyalist ülkeleri de önüne katmasıyla, 90’lı yılların başında dünyada ılık bir bahar havası esmeye başladı. O yıllarda böyle bir tablo olarak belirginleşen küreselleşmeye, “tarihin sonu” adlı bir ideolojik, “yeni dünya düzeni” adlı da bir siyasi çerçeve çizildi. “Tarihin sonu” yaklaşımına göre, liberalizm, insanlığın ulaşabileceği en ileri, bu nedenle en son toplumsal yaşam ilkesi idi. Bu ilke temelinde kurulmuş toplumlar insanlığın gelebileceği en ileri aşamaya ulaşmışlardı. Henüz liberal olmamış olan toplumlar da tarihin gerisindeydi ve liberalleştikçe tarihin sonuna geleceklerdi. Liberalizm ideolojisi temelinde bir dünya siyasi, ekonomik, hukuki ve sosyal sistemi de “yeni dünya düzeni” idi. Başta ABD olmak üzere, “tarihin sonuna gelmiş olan” gelişmiş ülkeler de “tarihin gerisindeki” ülkeleri tarihin sonuna taşımak ve böyle bir dünya düzenini korumak ve kollamakla, gerektiğinde “düzeni bozan” ülkelere ve örgütlere müdahale etmekle görevliydiler.[1] İnsanlığın toplumsal yaşamının en ileri ve “evrensel” ideolojik ve siyasi değeri liberalizm olduğuna göre, toplumlar liberalleştikçe aralarında fark kalmayacağı için, uzunca bir süre insanlığın siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel birimi olmuş olan “ulus toplum”un da artık bir anlamı yoktu; tarihin sonu, ulus toplumların da tarihe karışması demekti.
Ancak ılık bahar havası, daha 90’ların ortasına gelinmeden yerini soğuk sonbahar rüzgarlarına bıraktı. Çünkü Balkanlar’da ve Kafkaslar’da çıkan ve “tarihin sonunu yaşayan uygar dünya”nın gözünün önünde yüzbinlerce insanın katledilmesine yol açan ırkçı yangınlar, bırakın geri ülkeleri, gelişmiş “liberal” ülkelerin bile henüz tarihin sonuna gelemediğini, tarihin tekerleğinin olanca hızıyla dönmekte olduğunu gösterdi. Bunların yanında, göklere çıkarılan liberalleşme temelinde bir gecede uygulamaya konulan IMF dayatmalı “istikrar programları”, milyonlarca insanın işsiz kalmasına, köylü kitlelerinin açlığa ve sefalete sürüklenmesine, dünyadaki gelir dağılımının hızla bozulmasına, geri ülkelerin daha da gerilemesine yol açtı. Bunlar gösterdi ki yeni dünya düzeninin bekçileri, Balkanlar’daki ve Kafkaslar’daki yangınlara aslında “tarihin gerisi”nden; “ulusal çıkar” gözlükleri ile baktıkları için müdahale etmemişlerdi. IMF eliyle ve Dünya Bankası desteği ile yürütülen liberalleştirmenin gerçek amacının ise, geri ülkeleri de “tarihin sonu”na taşımak değil, dünya ekonomi yönetiminin (IMF, Dünya Bankası, Dış Ticaret Örgütü vs) patronları olan gelişmiş ülkelerin “ulusal çıkarları” için, geri ülkelerin ulus toplumlarının sonunu getirmek olduğu anlaşıldı. Küreselleşme, gelişmiş ülkelerin ve onların geri ülkelerdeki sınıfdaşlarının küresel hegemonik çıkarları temelinde hareket ediyordu. Gelişmiş ülkeler, bir taraftan geri ülkelere karşı hegemonya peşinde koşarken bir taraftan da küresel hegemonya için aralarında rekabet ediyordu.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında da siyaset küresel olarak hareket etmişti. Öyleyse siyasetin hareket alanı bakımından, kapitalizmin emperyalizm aşaması ile küreselleşme aşaması arasındaki fark neydi?
Emperyalizmi, rekabetçi kapitalizmden ayırt eden en önemli özellik, rekabetin sona ermesi ve tekellerin ekonomide belirleyici bir konuma gelmesiydi. Tekelcilik metropollerde yasak olduğu için, tekelci kapitalizm, kendine bağımlı bir sömürge sistemi içinde icrai faaliyet gösterebilirdi. Bunun sonucu olarak Avrupa emperyalizmi, bir “metropoller-sömürgeler sistemi”ni, ABD emperyalizmi ise “metropol-iktisaden bağımlı ülkeler sistemi”ni ortaya çıkarmıştır. Ancak 20.yüzyıl boyunca süregiden ulusal kurtuluş savaşları sonucunda, bir taraftan sömürgeler bağımsız uluslara dönüşürken, sömürgelerin bir kısmına da bağımsızlık bağışlanmıştır. Böylece “metropol-sömürgeler sistemi” çökmüş, 1960’lı yıllara gelindiğinde dünyada pek az sömürge kalmıştır. Artık, örneğin Hindistan Buckhingham Sarayı’ndan atanan İngiliz genel valiler tarafından değil, Hint ulusunun seçtiği Hintli politikacılar tarafından yönetilir olmuştur. İşte emperyalizmin sona ermesinin ve kapitalizmin yeni bir aşamaya geçmesinin en önemli dinamiği ve küreselleşme sürecini emperyalizm döneminden ayırt eden belirlenimlerinden birincisi bu olmuştur: bağımsız ve eşit birey ilkesinin ulusal bağımsızlıklar aracılığı ile dünyaya yayılması.
Küreselleşme sürecini emperyalizmden ayırt eden ikinci özellik, rekabetin yeniden canlanmasıdır. Tekeller tekelliklerini ancak, “metropol-sömürgeler sistemi” içinde yürütebilmekteydi. Ancak sömürgelerin bağımsızlaşması ve bağımsızlıklarına dayanarak eski metropolleri dışındaki ülkelerle de ekonomik ilişkiye geçebilmeleri nedeniyle, tekellerin tekelliği kalmamış, tekeller kendilerini diğer tekellerle rekabet eder halde bulmuşlardır. Böylece 19.yüzyılda sona ermiş olan rekabet, 20.yüzyılın son çeyreğine yaklaşırken, dünya çapında yeniden canlanmıştır.
Küreselleşme sürecini emperyalizmden ayırt eden üçüncü özellik, teknolojik ilerlemenin şaha kalkması, bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesidir. Tekellerin teknolojik ilerlemeyi kontrol edebilmeleri nedeniyle 19. yüzyıldaki teknolojik atılım, emperyalizm döneminde duraklamıştı. Ancak dünya çapında canlanan rekabet sonucunda, tekeller teknolojik ilerlemeyi kontrol edemez olmuş, tam aksine yeni yeni teknolojiler talep etmeye başlamışlardır. Bu, 1970’li yıllardan itibaren bilim ve teknolojide adeta patlamaya yol açmıştır. Öyle ki 1980’li yıllardan itibaren insanlığın yeni bir çağa; “bilgi çağı”na, “enformasyon çağı”na girdiğinden söz edilmeye başlanmıştır.
Peki, küreselleşme sürecinde dünya siyaseti nasıl değişime uğramıştır?
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında, metropol ülkelerin burjuvazi öncülüğündeki “ulusal çıkar” siyasetini, “ulusal çıkar bazında küresel çıkar siyaseti” biçiminde formüle edebiliriz. Çünkü o zamanlar, insanlığın toplumsal yaşamının ekonomik birimleri, ulus bazında oluşmuştu ve ekonomik ilişkiler ağı, “emperyalist ulusal ekonomiler ve sömürgeler sistemi” ve bunlar arasındaki ilişkiler, çatışmalar biçiminde yapılanıp hareket etmekteydi. Ulusal bağımsızlık yayıldıkça, bir taraftan bu sömürge sistemleri çözülürken, bir taraftan da insanlığın toplumsal yaşamının ekonomik yapılanması, liberalizm dünyaya yayıldıkça, ulusal ekonomik ilişkiler ağından küresel ekonomik ilişkiler ağına doğru gelişti. Mal, sermaye ve para piyasalarının küreselleşmesiyle birlikte, şimdi artık ister gelişmiş ister geri olsun, bütün ülkelerin “ulusal ekonomi politikası” izleme olanağı ortadan kalkmış, ulus toplumun, oluşumuna esas teşkil eden; ekonomik ilişkiler ağı, ekonomik zeminini kaybetmiştir. Bu nedenledir ki ekonomik ilişkiler ağının insanlığın toplusal yaşamını kapsadığı küreselleşme aşamasında, siyaset, emperyalizm aşamasından farklı olarak, “küresel çıkar bazında küresel siyaset” olarak formüle edebileceğimiz bir tarzda yapılanıp hareket etmektedir. Küreselleşme aşamasında, “ulus toplum” ekonomik zeminini kaybettiyse ve siyaset “küresel çıkar bazında küresel siyaset” olarak yapılanıp hareket etmekteyse, ulusçuluk ve ulus toplum sona mı ermiştir? Bu sorunun cevabını aşağıdaki; “Küreselleşme Aşamasında Ulusçuluk ve Demokratikleşme” başlıklı bölümde vereceğiz.
2.3 İki Farklı Ulus Toplum Tipi: ATUT’lar ve STUT’lar
Ulus toplumların oluşumu ve gelişimini anlattığımız yukarıdaki bölümlerde ortaya konduğu üzere; birbirlerinden oluşum süreçleri, toplumsal kapsama alanları ve siyasal yapılanmaları bakımından ayırt edilen iki farklı ulus toplum tipi vardır. Birincisi Avrupa’da kapitalizmin gelişimi içinde kurulan ulus toplumlar olup, bunları “Avrupa Tipi Ulus Toplum (ATUT)” olarak adlandırıyoruz. İkincisi de sömürgelerin ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucunda kurulan ulus toplumlar olup, bunları da “Sömürge Tipi Ulus Toplum (STUT)” olarak adlandırıyoruz.
2.3.1 Oluşum Süreçleri Bakımından
ATUT’lar, feodalizmin bağrında kapitalist ekonomik ilişkilerinin oluşmasıyla başlamış, kapitalist ekonomik ilişki ağlarının genişlemesiyle gelişmiş, böylece ulus toplumun ekonomik içeriği oluşmuştur. Kapitalist ekonomik ilişkilerinin oluşup gelişme süreci aynı zamanda burjuvazinin yeni bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkıp gelişme süreci olmuştur. Burjuvazinin gelişmesine paralel olarak, işçi sınıfı da yeni bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkıp gelişmiştir. Burjuvazinin ve işçi sınıfının ortaya çıkıp gelişmesiyle, ulus toplumun sosyal içeriği oluşmuştur. Burjuvazi yeterince güçlendiğinde, feodal siyasete ve bu siyasetin yapılandırdığı hukuka karşı, yeni bir toplum biçimi kurma vaadiyle, bayrak açmıştır. Böylece kapitalist toplumun siyasi içeriği oluşmuştur. Burjuvazinin, feodalizmi ortadan kaldırarak siyasi iktidarı elde etmesine müteakip, “bağımsız ve eşit birey” temelinde kapitalist toplumun hukukunu yapılandırmıştır. Böylece kapitalist toplumun hukuki içeriği oluşmuştur. Kısacası, ATUT’ların oluşumu ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki yapılanma çizgisini izlemiştir.
Buna karşılık STUT’ların oluşum süreci, ATUT’lardan farklı olarak, ulus toplumun siyasi içeriğinden başlamıştır. Sömürge ve yarı-sömürge ülke halklarında, her şeyden önce kolonyalizm ve emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık siyasi bilinci ortaya çıkmış, bu bilincin siyasi-askeri kurtuluş örgütlerine dönüşmesiyle, ulus toplumun siyasi içeriği oluşmuştur. Ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ulaşmasından sonra, sömürgelik hukuku ortadan kaldırılarak, yerine bağımsızlık hukukunun konmasıyla ulus toplumun hukuki içeriği oluşmuştur. Hukuka paralel olarak, bağımsız ekonomik yapının kurulmasıyla da ulus toplumun ekonomik içeriği oluşmuştur. STUT’ların bazıları ulusal kurtuluş siyasetlerinde sosyalist ideolojiyi, bazıları da burjuva ideolojisini rehber edinmişlerdir. Bunun sonucu olarak, ekonomik ve sosyal içerikleri bakımından ayırt edilen iki tip STUT ortaya çıkmıştır. Ancak 90’lı yılların başlarından itibaren sosyalizmin siyasi etkinliğini yitirip, sosyalist ülkelerin kapitalizme yönelmelerinden sonra, STUT’lar arasındaki ekonomik yapılanma farklılıkları geniş ölçüde ortadan kalkmıştır.
2.3.2 Toplumsal Kapsama Alanları Bakımından
ATUT’larda, ulusun toplumsal alanını, kapitalist piyasa zemininde oluşan ekonomik ilişkiler ağının kapsadığı insanlar oluşturmuşken, STUT’larda ulusun toplumsal alanını, anti-kolonyalist, anti-emperyalist siyasi mücadele organizasyonunun kapsadığı ve ulusal kurtuluş siyaseti çizgisinde birleştirdiği insanlar oluşturmuştur. Hemen hemen aynı vatana, tarihi geçmişe sahip, aynı dili konuşan Latin Amerika’da, farklı ulus toplumların oluşmasının temelinde, yer ve zaman bakımından farklı ulusal kurtuluş mücadelesi organizasyonlarının kapsama alanı farklılığı vardır. Öte yandan, çok farklı etnik unsurun Amerikan, Çin, Hint ve Türk[2] uluslarını oluşturmalarının temelinde de, aynı kaderi paylaşan farklı etnik unsurların aynı ulusal kurtuluş organizasyonu altında birleşip mücadele etmiş olmaları vardır.
2.3.3 Siyasi Yapılanmaları Bakımından
Kapitalizmin gelişme döneminde devrimci olan burjuvazi, siyasi iktidarı da elde edip, ulus toplumun yapılanmasını tamamladıktan sonra, zenginliğine zenginlik katmak için işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünü dayanılmaz boyutlara tırmandırınca, buna tepki olarak kapitalist toplumun “bağımsız ve eşit birey ilkesi” meşru temelinde oluşan ve geniş ölçüde sosyalist ideolojiden beslenen işçi sınıfı siyaseti, burjuva siyasetinin yanında Avrupa uluslarını, siyasi segmentlere bölerek, onları çok partili bir yapıya dönüştürmüştür. Buna karşılık siyasi bağımsızlığın elde edilmesi ve korunması belirleyici öneme sahip olduğu, bu nedenle siyasetin “ulusal birlik” temelinde yapılanıp hareket etmesi gerektiği için sömürge ve yarı-sömürgelikten kurtulup, ulusallaşan toplumlarda siyasi yapılanma, hep tek partililik eğiliminde olmuştur. Bu eğilimin en tipik örnekleri, Türkiye’nin, Hindistan’ın ve Japonya’nın uzun yıllar tek parti ile, Çin’in de hep tek parti ile yönetilmesi, siyasi yapılanmaları çok partili olsa bile, sınıf esasına göre kurulmuş partilerin çok etkin olmaması, etkin siyasi partilerin bütün ulusu kapsamaya yönelik kitle partileri olmasıdır.
Bu iki ulus toplum modelinin yukarıdaki karakteristik ve birbirinden ayırt edici özellikleri iyice kavranıp göz önüne alınmadan, bunların demokratikleşme dinamiklerinin yeterince görülemeyeceğini, sömürgelerin Avrupa modelinden farklı olan uluslaşma süreçleri ve siyasi yapılanmalarının “anti-demokratik” olarak algılanabileceğini, bunun sonucu olarak doğru demokratik duruş alınamayacağını düşünüyoruz. Örneğin, bir ülkenin demokratlığı için Avrupalılar tarafından kullanılan kriterlerden birisi, “çok partililik” ya da “çoğulculuk” olup, bu kritere göre tek parti ile yönetilen ülkeler demokrat sayılmamaktadır. Bize göre bir ülkenin demokratlığının temel kriteri, parti sayısı değil, o ülkenin ulusal bağımsızlığı ve iç hukukunun bağımsız ve eşit birey, yani ulusal egemenlik üzerine kurulu olup olmamasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunda ve tek partili dönem boyunca (1923-1946) demokrat olup olmadığını da bu çerçevede değerlendirmek gerektiğini düşünüyoruz. Örneğin, çok partili “demokrat” birçok Avrupa ülkesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı, tek partili “anti-demokrat” Türkiye’den çok sonra verilmiştir. Keza tek partili “anti-demokrat” Türkiye, daha kuruluşunun başlarında, başta medeni hukuk olmak üzere “bağımsız ve eşit birey ilkesi”ne dayanan bir kamu ve özel hukuk düzeni kurmuştur.
Söz konusu iki ulus toplum tipi, oluşum süreçleri, kapsama alanları ve siyasi yapılanmaları bakımından farklı özellikler taşımakla birlikte, her ikisi de ulus toplumun “ulusal çıkar”, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” ortak özellikleri nedeniyle her iki tip de “ulus toplum” olarak nitelenir.
3. Ulusçuluk ve Demokrasi
Yukarıdaki “Demokrasi Nedir?” başlıklı bölümde, “Demokrasi Nedir?” sorusunu, “insan ilişkilerinin bağımsız ve eşit birey ilkesi üzerine kurulu olduğu yönetim biçimidir” biçiminde cevaplamıştık. Bu bölümde, küreselleşme aşaması da dahil, kapitalizmin oluşum ve gelişimi boyunca, ulusçuluğu, demokrasinin “bağımsız ve eşit birey ilkesi” temel kriterine göre değerlendireceğiz.
3.1 Rekabetçi Kapitalizm Aşamasında Ulusçuluk ve Demokratikleşme
Burjuvazinin, feodal eşitsizliklere karşı “bağımsız ve eşit birey ilkesi” ne dayanan yeni bir toplumsal yaşam biçimi vaadiyle feodaliteye karşı mücadelesi başarıya ulaştıkça, kapitalizm öncesindeki; köleci, feodal; “insanlar arasındaki eşitsizliğe” dayanan toplumsal ilişkiler sistemi, ulus toplum ile birlikte “eşitlik ilişkileri”ne dönüştü. Ulus toplum yayıldıkça, özellikle ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerinin etkinliği sonucunda, eşitlik ilişkileri yayıldı, derinleşti. Bu nedenle, ulus toplumların oluşması aynı zamanda insanlığın toplumsal yaşamının demokratikleşmesinde bir dönüm noktası oldu.
Batı Avrupa’da “ulusal çıkar, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik” ilkeleri temelinde ulus toplumların oluşmasıyla “bağımsız ve eşit birey ilkesi” toplumsal yaşam pratiğine girmiştir. Burjuvazi feodal eşitsizliklere karşı mücadele ederken taşıdığı demokratlığı, kapitalizmin kuruluşunun tamamlanmasıyla terk ederek, siyasi egemenliğine dayanarak, işçi sınıfının bağımlılığını alabildiğine arttırma yoluna yönelmiş, yani anti-demokratlaşmıştır. Bunun üzerine bağımsız ve eşit birey ilkesinin ya da demokratlığın taşıyıcılığını işçi sınıfı üstlenmiştir.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı, kapitalist toplumun temel hukuki ilkesi olan “bağımsız ve eşit birey ilkesi”ne dayanan mücadelesi ile “bağımsız ve eşit birey ilkesi” ilkesi ya da bu ilkenin pratikteki somutlaşması olan “ulusal egemenlik ilkesi” yayılarak derinleşmiştir. Böylece, Batı Avrupa’nın kapitalist ulus toplumlarının uluslaşma-demokratikleşme düzeyi yükselmiştir. Ulusal egemenlik ilkesinin yayılıp derinleşmesi sonucunda demokratikleşme-ulusallaşma süreci geliştikçe Avrupa işçi sınıfının gelir düzeyi ve yaşam koşulları iyileşmiş, 19. yüzyıldaki kaos eğilimi “düzen”e dönüşmüştür.
Batı Avrupa’da oluşup gelişen ulusçuluk, sadece demokratikleşme getirmemiştir. Bunun da nedeni, ulusal çıkar ilkesinin dışa dönük etkinliğinin bağımlılık ilişkileri üretmesi, bundan dolayı anti-demokratik bir niteliğe bürünmesidir. Ulusal çıkar ilkesinin anti-demokratik niteliği, sömürgecilik olarak somutlaşmıştır. Sömürgecilik yapmak suretiyle, gelişmiş kapitalist ülkeler, sadece “ulusal çıkarları gereği” sömürge ülkeler halkını kendilerine bağımlı kılmakla anti-demokratik davranmamışlar, bunun yanında birbirlerinden sömürge kapabilmek için, toplumsal benmerkezci siyaset izleyerek, birbirlerine karşı da bir boyun eğdirme, birbirlerine egemen olma anti-demokratik duruş ve davranışı içinde de olmuşlardır.
Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin “ulusal çıkarları gereği” sömürgecilik anti-demokratik duruş ve davranışları, insanlar arası bağımlılık ilişkilerinin genişlemesine, böylece anti-demokrasinin yayılmasına neden olmuşsa da, sömürgelerde bencilbizci anti-kolonyalizmi tetiklemek suretiyle, uluslaşma-demokratikleşme sürecinin ivmesinin yükselmesinin de dinamiğini oluşturmuştur. Avrupa’nın gelişmiş kapitalist uluslarının en gelişmiş sömürge kolonilerinin bulunduğu Amerika kıtasında, 18. yüzyıl sonlarında Kuzey Amerika’da başlayan bencilbizci anti-kolonyalist hareket sonucunda ABD’nin ulus devletinin kurulmasına müteakip, anti-kolonyalizm güneye doğru yayılarak, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Latin Amerika’da bir dizi ulus devletin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda ulus toplumun Amerika kıtasının büyük bir bölümüne yayılmasıyla, ulusal çıkar, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri temelinde uluslaşan ülkelerin halkı, sömürgeci efendilerinin benmerkezci iradelerinden bağımsızlaşarak, “bağımsız ve eşit birey” olmada büyük mesafe almışlardır. Böylece, bağımsız ve eşit birey ilkesi, Batı Avrupa’dan sonra Amerika kıtasına da yayılmış, insanlığın toplumsal yaşamının demokratikleşmesinin ivmesi yükselmiştir.
“İmparatorlukların Dağılması” başlıklı bölümde ortaya konduğu üzere, Avrupa’da ortaya çıkan ulusçuluk, Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Çarlık Rusyası İmparatorluklarını da etkileyerek, bir dizi ulus devletin doğmasına yol açmıştır. Bu uluslar, etnisite temelinde, “her millete bir devlet” biçiminde şekillenmişlerdir. Yine anılan bölümde ortaya konduğu üzere, özellikle “ulusal egemenlik ilkesi”nin pratiğe geçmesinin uzun bir zamana yayılması nedeniyle, Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Çarlık Rusyası İmparatorluklarının dağılması ile oluşan ulusların uluslaşma süreci epeyce uzun sürmüştür. Ancak, ulus toplumun ulusal çıkar ve ulusal bağımsızlık ilkelerinin pratiğe geçmesi, diğer kurucu ilke olan ulusal egemenliği de harekete geçirerek, demokratikleşme süreci bu ülkelerde de ilerlemesinin yolunu açmıştır. Bu nedenle, imparatorlukların dağılma sürecinde ulus toplumların oluşması da ulusçuluğun demokratikleştirici bir etkinliği olmuştur.
Acaba kapitalizmin emperyalizm aşamasında, ulusçuluk demokrasi kriterlerine göre nasıl etkimiştir.
3.2 Emperyalist Kapitalizm Aşamasında Ulusçuluk ve Demokratikleşme
Ulusçuluk, emperyalist kapitalizm aşamasında da hem demokratik hem anti-demokratik nitelikte etkimeye devam etmiştir.
Emperyalist metropollerin “ulusal çıkarları gereği” sömürge ülke halklarını kendilerine bağımlı kılma eğilim ve eylemi ile birbirlerinin sömürgelerini ve nüfuz alanlarını ele geçirmek için birbirleri üzerinde hegemonya kurma eğilim ve eylemleri, ulusçuluğun emperyalist kapitalizm aşamasındaki anti-demokratik etkinliği olmuştur.
Emperyalist metropollerin ulusal çıkarları esas olarak burjuvaziden beslenmiş olmakla birlikte, bu ülkelerin işçi sınıfının, sömürgelerden akan kaynaklanan nemalanan büyük kesimi de “ulusal çıkar” gerekçesiyle, burjuvazilerinin emperyalist politikalarına “katkı” yapan bir duruş ve davranış içinde olmuşlardır. İşçi sınıfının bu duruş ve davranışının en tipik örneği Lenin-Kautsky çatışması ve Lenin’in Kautsky’i “dönek” olarak nitelemesidir. Emperyalist metropollerin birbirlerinin sömürgelerini ve nüfuz alanlarını ele geçirmek için birbirleri üzerinde hegemonya kurma biçiminde somutlaşan anti-demokratik eğilim ve eylemleri, nispeten küçük çapta savaşlara ancak en önemlisi 1. ve 2. Dünya Savaşları denilen insanlık facialarına yol açmıştır.
Emperyalist metropollerin anti-demokratik ulusçuluğu, sömürge ülkeler halkının yaşam alanlarına ve kendi kaderlerine sahip çıkma “ulusal çıkarı” etrafında birleşmelerini, bu çıkarın sağlanması için emperyalist metropollerden bağımsızlaşmayı hedefleyen ulusal kurtuluş savaşlarını tetiklemiştir. Böylece, 20. yüzyılda “bağımsız ve eşit birey ilkesi”nin taşıyıcısı sömürge ülkeler halkı olmuştur. Sömürgelerin ulusal kurtuluş savaşlarına temel aldıkları ulusçuluk siyaseti, bağımlılık ilişkilerine son vererek, ülke dışına ve içine doğru bağımsız ve eşit birey ilkesini gerçekleştirmeyi hedeflediği için demokratik bir nitelik taşımıştır.
20. yüzyıl boyunca süregiden ulusal kurtuluş savaşları başarıya ulaştıkça ulus toplum dünyaya yayılmıştır. Ulus toplum dünyaya yayıldıkça, insanlığın toplumsal yaşamının demokratikleşmesi sürecinin ivmesi yükseldi. Sömürgeler, bağımsız ve eşit birey olabilmek ulusal kurtuluş savaşları verip, bu savaşlarda başarılı olup da ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkesi temelinde ulus devletlerini kurdukça, böylece ulusal çıkarlarını koruma altına aldıkça, ulusçuluğun demokratikleştirici bu nedenle ilerici taşıyıcıları oldular. Çünkü, sömürgelerin bağımsızlaşmasıyla, bağımsız ve eşit birey ilkesi sadece sömürge ülkelerde yayılmadı, metropollerin içinde işçi sınıfının da yer aldığı emperyalist ulusal politikalarının bağımlılık ilişkileri yaratıcı etkileri de dizginlendi, ehlileştirildi, böylece emperyalist metropollerin toplumsal yaşamı yönelttiği kaos düzene dönüştü. 1960’lı yıllara gelindiğinde, dünyada sömürgecilik hemen hemen tasfiye olmuş, ulus toplum dünyaya yayılmıştı.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında, ulus toplumun yayılarak, insanlığın toplumsal yaşamının demokratikleşmesinde, Sovyetler Birliği’nin “kapitalist emperyalist sistemi zayıflatma” siyaseti çerçevesinde, ulusal kurtuluş savaşlarına verdiği destek de önemli rol oynamıştır.
Emperyalist kapitalizm aşamasında, metropollerin, etkinliği sürekli artarak yükselen ulusçuluk karşısında, sömürgelerine bağımsızlık bağışlayarak, onları sömürge statüsünden bağımsız ulus statüsüne geçirmeleri de bağımsız ve eşit birey ilkesinin bu ülkelerde de gelişmesinin yolunu açtığı için, demokratik bir gelişmedir.
Emperyalist kapitalizm aşamasında “Soğuk Savaş” döneminin ulusların bağımsızlıkları üzerine kurulan baskılardan da bahsetmek gerekir. Soğuk Savaş’ın lider ülkeleri ABD ve Sovyetler Birliği, “ulusal çıkarları gereği”, etki alanlarındaki ulusların bağımsızlıkları üzerinde baskı kurmuşlardır. Gerçi bu ülkeler, baskı politikalarını –kuşkusuz- açıkça kendi ulusal çıkarlarına dayandırmamışlardır. Bu bağlamda ABD “komünizm tehlikesi”ni, Sovyetler Birliği de “emperyalizm tehlikesi”ni gerekçe göstermiştir. Bu çerçevede ABD, etki alanındaki ülkelerde “anti-komünist” askeri veya sivil diktatörlüklerin kurulmasına “katkıda” bulunarak desteklemiştir. Sovyetler Birliği ise etki alanındaki “demirperde” ülkelerinin bağımsız davranmasına izin vermemiş, bağımsız davranmaya kalkışan ülkeleri fiilen işgal ederek yöneticilerini iktidardan uzaklaştırmıştır. Bu nedenle, Soğuk Savaş döneminde, lider ülkelerin siyaseti anti-demokratik nitelikte olmuştur.
1960’lı yıllara gelindiğinde dünyada hemen hemen hiç sömürge kalmamıştı. 1990’lı yılların başında ise sosyalist ülkelerin kapitalizme yönelmeleri ve Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin Birlik’ten ayrılmaları sonucunda da ulus toplumun dünyaya yayılması tamamlanmıştı. Ulus toplumun dünyaya yayılmasıyla, insanlığın toplumsal yaşamının demokratikleşmesi, 20. yüzyılın başlarına göre çok daha ileri düzeylere yükselmiştir.
1990’lı yıllarda kapitalizm yeni bir aşamaya geçti: küreselleşme. Acaba kapitalizmin küreselleşme aşamasında ulusçuluğun demokrasi kriterlerine göre durumu neydi?
3.3 Küreselleşme Aşamasında Ulusçuluk ve Demokratikleşme
“Ulusçuluğun Yayılması Emperyalizmi Sona Erdirip Küreselleşme Sürecini Açıyor” başlıklı bölümün sonunda, “Küreselleşme aşamasında, ‘ulus toplum’ ekonomik zeminini kaybettiyse ve siyaset ‘küresel çıkar bazında küresel siyaset’ olarak yapılanıp hareket etmekteyse, ulusçuluk ve ulus toplum sona mı ermiştir? Bu sorunun cevabını aşağıdaki; ‘Küreselleşme Aşamasında Ulusçuluk ve Demokratikleşme’ başlıklı bölümde vereceğiz.” demiştik.
Ekonominin küreselleşmesiyle birlikte, ulus toplumun ekonomik zemini geniş ölçüde ortadan kalkmış olmakla birlikte, henüz bir “küresel siyasi otorite” oluşmamış olduğu için, insanlığın toplumsal yaşamında siyasetin “ulus toplum/devletler” biçimindeki siyasi-hukuki yapılanması ve hareketi devam etmektedir. Başka bir deyişle, ulusçuluk ve ulus toplum sona ermemiş olup, dünya siyasetinin ana parametrelerinden birisi olarak varlığını sürdürmektedir.
Küreselleşme sürecinin belirginleştiği 90’lı yıllardan itibaren, dünya siyaseti, esas olarak, küresel sermayenin hareketinin önünü açmak, yayılmasını ve derinleşmesini sağlamak amacıyla hareket etmektedir. Bu çerçevede, gelişmiş ülkeler, küresel liberal düzenin korunması ve derinleştirilmesi için, aralarında siyasi-askeri işbirliği yaparak, “asi ülkeleri ve liderlerini” cezalandırmak için askeri müdahale de dahil, her türlü yöntemle, geri ülkelerin liberal küresel düzene aykırı ulusal bağımsızlıklarını zayıflatma yönünde davranmaktadırlar. Gelişmiş ülkeler, aralarında işbirliği yaparak geri ülkelerin ulusal bağımsızlıklarına müdahale siyasetlerini, “ulusal çıkar” ile meşrulaştırmakta; uluslarından “küresel boyuttaki ulusal çıkarlarımızı koruyoruz”, “geri ülkelere ileri demokrasi götürüyoruz” gerekçesi ile siyasi destek almaktadırlar. Gelişmiş ülkeler, “asi” geri ülkelere karşı işbirliği ilişkisi yanında, birbirlerine karşı küresel hegemonya mücadelesi vermektedirler. Gelişmiş ülkeler, aralarındaki “küresel hegemonya” mücadelesini de halklarına karşı, “ulusal çıkar” gerekçesi ile meşrulaştırmaktadırlar. Başka bir deyişle, küreselleşme sürecinde ulusçuluk, gerek hegemonyacıların kendi aralarında gerekse hegemonyacılar koalisyonu ile geri ülkeler arasında, ulusal bağımsızlıkların baskı altına alınması üzerinden, insanlar arası bağımlılık ilişkileri üretilmesine hizmet etmektedir. Bundan dolayı dünyada ulusçuluk yaygın olarak anti-demokrasiye hizmet etmektedir.
“Yaygın olarak” diyoruz, çünkü, ulusçuluk daha az yaygın olarak, tıpkı emperyalizm aşamasında olduğu gibi, küreselleşme aşamasında da küresel liberal hegemonyaya karşı durmanın siyaseti olarak da etkimektedir. Bunun en tipik örneği, Venezuela, Bolivya vs. Latin Amerika ülkelerinde iktidara gelen küresel liberal hegemonya karşıtı ulusçuluktur. Küresel liberal hegemonya karşıtı ulusçuluk, insanlar arası bağımlılık ilişkilerinin yaygınlaştırılıp derinleştirilmesini önlemesi nedeniyle demokratiktir. Ancak, küreselleşme sürecinde, insanlığın toplumsal yaşamının bir ekonomik ilişkiler ağı ile örülmüş olması karşısında, emperyalizm aşamasında olduğu gibi, “ulusal ekonomi politika” izlemenin zemini ortadan kalkmış olduğu için, geri ülkelerin münferiden izleyecekleri “demokratik ulusçuluk” siyasetinin, anti-demokratik ulusçuluğun yol açtığı insanlar arası bağımlılık ilişkilerini ve bunun sonucu ortaya çıka kaos eğilimini ortadan kaldırması mümkün görünmemektedir. Acaba gelişmiş ülkelerin, anti-demokratik küresel liberal hegemonyacı ulusçuluğuna karşı, buna maruz kalan geri ülkelerin etkin bir uluslararası dayanışmayı hayata geçirmesi dünyayı demokratikleştirebilir mi? Birinci olarak, hegemonyacılar da dahil, bütün ulus-toplum/devletlerin dışa dönük temel siyaset ilkesi “ulusal çıkar”dır. İkinci olarak, küresel liberal hegemonyacı ulusların küresel davranmasını sağlayan ve “liberalizm” ideolojisinden kaynaklanan ortak bir siyasetleri olmasına karşılık, geri ülkelerin birlikte davranmasını sağlayacak ortak bir ideolojik-siyasi şemsiyeleri yoktur. Üçüncü olarak, geri ülkelerin birçoğu küresel liberal hegemonyacı gelişmiş uluslar ile “stratejik ortaklık” ilişkisi içindedir. Bu üç nedenden dolayı, geri ülkelerin küresel liberal hegemonyacı gelişmiş uluslara karşı etkin bir uluslararası dayanışma oluşturabilmeleri mümkün görülmemektedir. Bu üç nedeni yok sayarak, geri ulusların küresel liberal hegemonyacı gelişmiş uluslara karşı bir uluslararası dayanışma içine girdiklerini varsaysak bile, böyle bir dayanışma, gelişmiş ülkelerdeki küresel liberal hegemonyacılık karşıtı insanların ulusal duyarlılıklarından kaynaklanan reflekslerini harekete geçirerek, hegemonyacı ülkelerinden yana bir tavra yöneltebileceği için, demokratik mücadeleyi zaafa uğratabilecektir.
Bundan dolayıdır ki “Demokratik Dünya Grubu” olarak “demokratikleşmeyi dünya boyutunda düşünüp/tasarlayıp, ulusal/yerel çözümleri bu tasarım içinde arama” –temel- yaklaşımını benimsedik. Bu yaklaşımımız doğrultusunda da, öncelikle “Dünya Demokratik Ekonomi Modeli”, “Dünya Demokratik Bilgi Hukuku” ve “Dünya Demokratik Çalışma ve Sosyal Güvenlik” hukuku tasarladık.
Giriş’te “Acaba ulus toplum/devletler, demokratik toplum modeli tasarımları karşısında nasıl bir konumda yer alacaktır? Acaba ulusçuluk, demokratik toplum modeli tasarımlarının hayata geçirilmesinde demokratik bir rol oynayabilecek midir? Acaba demokratik toplum modeli tasarımları, ulus toplum/devletleri nasıl bir değişime uğratacaktır?” diye sormuştuk. Aşağıda bu soruların cevaplarını vereceğiz.
4. Dünya Demokratik Toplum Modelleri ve Ulus Toplum
4.1 Dünya Demokratik Toplum Modelleri Uluslar Bazında Uygulamaya Geçecektir
Dünya demokratik toplum modelleri, bunları siyasi program haline getirmiş bir siyasi organizasyonun siyasi iktidarı elde etmesine müteakip uygulanabilir. Dünyanın siyasi ve hukuki yapılanması, ulus toplum/devlet üzerine kuruludur. Bu durumun doğal sonucu olarak, siyasi iktidarlar ulus toplum bazında, ulus çoğunluğunun oylarıyla oluşmaktadır. Bu nedenle, dünya demokratik toplum modelleri, bu modellerin uygulanmasını siyasi programına almış ulusal siyasi partilerin iktidara gelmesi halinde uygulanacaktır.
Dünya demokratik toplum modellerini benimseyip uygulayan bir ulus ya da uluslar grubu, ulus toplumların, “ulusal bağımsızlık” ilkesine saygı göstererek, bu modelleri başka uluslara ihraç edip, empoze etmeye kalkışmayacak; Washington Uzlaşması ilkelerinin IMF aracılığı ile geri ülkelere dayatılmasına benzer bir yola asla tevessül etmeyecektir. Başka bir deyişle, dünya demokratik toplum modellerini uygulayıp uygulamamak, her ulusun kendi iç siyasi işi olacaktır. Peki öyleyse, dünya demokratik toplum modelleri, küresel boyutta nasıl hayata geçebilecektir?
Dünya demokratik toplum modelleri tüm dünyanın bilgisine sunulacaktır. Böylece, tüm dünya insanlarının akıllarına, mantıklarına ve insani duyarlılıklarına hitap edilecektir. Dünya demokratik toplum modelleri hakkında bilgilenen ve modelleri benimseyen her bir ulusun insanları, dünya demokratik toplum modellerini hayata geçirmek amacıyla, ulusal siyasi organizasyonlarını kurarak, iktidara gelmek için siyasi mücadele vereceklerdir. Böylece, tıpkı liberalizmin, küresel liberal hegemonyacı ulusların aynı doğrultuda siyasi davranmalarını sağlaması gibi, dünya demokratik toplum modelleri de, gelişmiş veya geri olsun dünyanın tüm uluslarının içinde yayılarak, demokratların ulusal siyasi davranışlarının aynı doğrultuya yönelmesini sağlayacaktır. Demokratlar kendi uluslarında iktidara geldikçe, ortak siyasi programı uygulayacakları için, dünya demokratik toplum modelleri küresel boyutta hayata geçecektir. Öte yandan, siyasi programlarını, dünya demokratik toplum modellerini esas alarak yapmış ulusal partiler arasındaki program ortaklığı, bu partiler arasında dünya çapında siyasi örgütlenmenin zeminini oluşturacaktır. Bu zeminde küresel demokratik siyasi örgütlenmenin gerçekleşmesi ise, dünya demokratik toplum modellerinin küresel boyutta hayata geçmesinin ivmesini arttıracaktır.
Ulus toplumun oluşum ve gelişimini ortaya koyduğumuz bölümlerde gördük ki; ulusçuluk demokratik bir siyaset olabildiği gibi anti-demokratik bir siyaset de olabilmektedir. Dünya demokratik toplum modellerinin ulus toplumlar bazında hayata geçmesini, ulusçuluğun demokratik bir siyaset olarak hareket etmesi sağlayacaktır. Acaba ulusçuluk, dünya demokratik toplum modellerinin hayata geçirilmesinde, demokratik bir rol nasıl oynayabilir?
4.2 Ulus Toplumun Kurucu İlkeleri Modellerin Uygulanmasını Sağlayacak
Ulusçuluk, ulus toplumun kurucu ilkelerinin, insanlar arasındaki bağımlılık ilişkilerinin tasfiye edilerek, “bağımsız ve eşit birey” ilkesinin toplumsal yaşamda yaygınlaştırılıp derinleştirilmesine hizmet etmek suretiyle, demokratik bir rol oynayabilir.
Ulus toplumların temel kurucu ilkesi olan ulusal çıkar ilkesi, ulusun bağımlılaştırılması üzerinden ulus bireylerini bağımlılaştıran, bu nedenle anti-demokratik olan küresel liberal hegemonyacılığa karşıtlık, dünya demokratik toplum modellerine yandaşlık olarak anlaşılacaktır. Böylece, ulusal çıkar, insanlığın küresel demokratik bütünleşmesinin gerçekleştirilmesinde aranacaktır.
Ulusal bağımsızlık, anti-demokratik olan küresel liberal hegemonyacılığın dayatmalarına karşı, ulusların dayanabileceği meşru, hukuki bir ilkedir. Bu çerçevede, hiçbir ulus, bir başka ulusun ya uluslar grubunun, ulusal çıkarına aykırı olarak yapılmış düzenlemelerini uygulamak; örneğin Washington Uzlaşması doğrultusunda, IMF zoru ile kurulmuş liberal ekonomik düzeni sürdürmek zorunda değildir. Aksine, ulusal iradesiyle, ulusal çıkarına uygun bulduğu bir siyasi, hukuki, ekonomik düzeni kurmak, bağımsız bir ulusun hukuken ve siyaseten hakkıdır. Bu çerçevede, arkasında ulusal iradenin yer alacağı dünya demokratik toplum modellerini uygulamak, ulusal bağımsızlık ilkesi gereği, her ulusun doğal hakkıdır
Ulusal egemenlik ilkesinin içeriği, ulus bireylerinin bağımsızlığı ve eşitliğidir. Öyle ya; ulus bireyleri arasındaki ilişkiler bağımsızlık ve eşitlik üzerine kurulu değilse, başka bir deyişle, ulusun bireyleri arasında bağımlılık ve eşitsizlik ilişkileri varsa, yani bazı insanlar bazı insanların egemenliği altındaysa, böylece ulus bireylerinin bir kısmı ulusun yönetimine bağımsız iradeleriyle katılamıyorsa, o toplumda ulusal egemenlikten söz edilebilir mi? Öte yandan, dünya demokratik toplum modellerinin ana hedefi, “bağımsız ve eşit birey ilkesi”nin toplumsal yaşamın gözeneklerine kadar sindirilerek, “demokratik toplum”un oluşturulmasıdır. Bu nedenle, ulus toplumun üçüncü kurucu ilkesi olan “ulusal egemenlik” de dünya demokratik toplum modellerinin uygulanmasında etkin rol oynayacak olan bir ilkedir.
Dünya demokratik toplum modelleri uygulandıkça, ulus toplumların içi, ulusal egemenlik ilkesi meşru temeline dayanılarak, bu ilkenin alabildiğine derinleştirilmesi, böylece ulus içindeki ulusal egemenlik ilkesini zedeleyen, aksatan tüm bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerinin tasfiyesi suretiyle demokratikleşecektir.[3] Küresel liberal hegemonyacılığın dayatmalarıyla kurulmuş düzenin ezdiği, yoksullaştırdığı insanlar, tam anlamıyla bağımsız ve eşit bireyler olarak ulus yönetimine katılabildikçe, böylece dünya demokratik toplum modellerinin arkasına siyasi iradelerini koyabildikçe, yaşam düzeyleri yükselebilecektir.
Ulus toplum bazında ve ulus toplumun kurucu ilkelerinin demokratik etkinliği ile hayata geçirilecek olan dünya demokratik ekonomi modelleri ulus toplumu nasıl bir değişime uğratacak?
4.3 Dünya Demokratik Toplum Modelleri Uygulandıkça Ulus Toplum Sönüşe Geçecek
Dünya demokratik toplum modelleri, düşünce olarak dünyaya yayılıp da, bu modeller zemininde ulusal siyasi organizasyonlar ortaya çıktığında, doğal olarak bu organizasyonlar arasında organik ilişkiler kurulacaktır. Böylece, dünya demokratik toplum modelleri zemininde, küresel bir siyasi organizasyon oluşacaktır. Küresel siyasi organizasyonun koordinasyonunda ve ulusal siyasi organizasyonların yürütücülüğünde, dünya demokratik toplum modelleri hayata geçirildikçe, ulus toplumların siyasi, ekonomik, hukuki yapılanmaları benzer hale gelecektir. Böylece, ulusların birbiriyle çatışmasının temel nedeni olan “ulusal çıkar” ortadan kalkacak, onun yerini “insanlığın çıkarı” alacaktır.
Küresel siyasi organizasyonun koordinasyonunda dünya demokratik ekonomi modellerinin hayata geçirilmesi sürecinde, bu modelleri hayata geçirerek, sürekliliğini ve gelişmesini sağlayıp, oluşan demokratik düzeni koruyup kollayacak küresel siyasi kurumsal yapılanma da oluşacaktır. Bu çerçevede, dünya parlamentosu, dünya devlet başkanlığı, dünya hükümeti, dünya yargı organı, dünya güvenlik örgütü oluşacaktır. Böylece bağımsız ve eşit bireyin koruma altına alınmasını sağlayacak küresel siyasi yapılanma oluştuğu zaman da, kapitalizmin kuruluşundan itibaren bağımsız ve eşit bireyin koruyucu kozası, zırhı olarak hizmet etmiş olan ulus toplum/devlete de ihtiyaç kalmayacaktır. Bunun sonucu olarak, ulusal siyasi sınırlar ortadan kalkacak ve ulus toplum sönecektir. Yüzyıllarca klan, kabile, kavim, ulus çıkarları nedeniyle birbirini yiyip bitirmiş olan insanlık, bağımsız ve eşit birey ilkesinin tüm insanlığın gözeneklerine kadar sindiği, insanlar arası bağımlılık ilişkilerinin, buna bağlı olarak sömürünün ortadan kalktığı, bilim ve teknolojinin doludizgin geliştiği, doludizgin gelişen teknolojinin hayata geçirilmesiyle gelirin alabildiğine arttığı, artan gelirin adil bölüşüldüğü, böylece refahın arttığı, bağımlılık ilişkilerinin ortadan kalkmasıyla, çatışmaların, savaşların, açlığın, yoksulluğun ve diğer bütün müsibetliklerin sona ererek, bunların yerini bilgi, yetenek ve deneyim yarışına dayanan kardeşçe rekabetin aldığı, böylece insan ilişkilerine barış ve dostluğun egemen olduğu, içinde bilgi, sevgi ve aşk ile yaşanan demokratik dünya toplumuna kavuşmuş olacaktır.
[1] Yeni dünya düzeninin ilk ve en kapsamlı eylemlerinden birisi, yeni dünya düzenine kafa tutarak Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’in Irak’ına karşı, çok sayıda ülke katılımıyla oluşan “koalisyon” güçlerinin müdahalesiyle, 1991’de Kuveyt’in “kurtarılması” dır.
[2] Biz, etnik vurgudan arındırılması ve etnik duyarlılıklardan uzak tutulması gerektiği düşüncesiyle, ulusumuzun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamına şamil olmak üzere, “Türkiye Ulusu” olarak adlandırılmasını tercih ediyoruz. Böyle bir adlandırmanın TC’nin kuruluşuna temel olan genel irade birliğine de uygun olduğunu düşünüyoruz. Ancak, Türkiye Ulusu adlandırması anayasal olarak resmen geçerlilik kazanmamış olduğu için, ulusumuzun “Türk Ulusu” olan resmi adının kullanılmaya devam edilmesinin hukuka uygun olduğunu düşünüyoruz.
[3] Ulusal egemenlik ilkesi, Türkiye’deki “Kürt Sorunu”nun ele alınmasında ve barış içinde birlikte yaşamayı amaçlayan çözüm yollarının bulunmasında anahtar ilkedir. Ulusal egemenlik ilkesi ile yaklaşıldığında, Kürt Sorunu, bir “etnik grup hakları sorunu” olmaktan çıkıp, bir kişi hakları sorunu haline gelir. “Kişi hakları” temelinde ele alınması halinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin (TC) kurucu ilkelerinden olan “ulusal egemenlik” ilkesinin sağladığı siyasi olanaklar ile “insan hakları” temelinde, Kürt siyasetçilerinin taleplerinin geniş ölçüde karşılanması, böylece Kürt Sorunun çözümü mümkündür. Aksi halde; yani Kürt Sorununa, Kürt siyasetçilerinin yaygın olarak benimseyegeldiği gibi; bir etnik grup hakları sorunu olarak yaklaşımın sürdürülmesi halinde, barış içinde birlikte yaşamayı sağlayacak çözüm mümkün görünmemektedir. Çünkü, Türk (Türkiye) Ulusu, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde oluşan, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak ete kemiğe bürünen; Misakı Milli sınırları içindeki tüm halkın bütüncül iradesi ile oluşmuş üniter bir ulustur. Başka bir deyişle, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi, Türkler’in ve Kürtler’in, iki farklı etnik grup temelinde, iki ayrı siyasi irade olarak ayrı ayrı örgütlenip, daha sonra bu ayrı örgütlerin siyasi güç birliği yapması suretiyle yürütülmemiş; Misakı Milli sınırları içindeki halk temsilcilerinin katıldığı Kongreler sürecine müteakip, tüm halkın temsil edildiği TBMM’de somutlaşan tek ve bütüncül bir siyasi irade tarafından yürütülmüştür. Bu mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra, diğer Sömürge Tipi Ulus Toplumlara (STUT) benzer şekilde, bir etnik grup temeline değil, Kurtuluş Savaşı’nın kapsadığı Misakı Milli halkı temeline dayanan Türk (Türkiye) Ulusu doğmuştur. Büyük bir çoğunluğu ile Kurtuluş Mücadelesi siyasetinin en yüksek organı TBMM’ne, temsilcileri ile katılmış olan Kürtler de, diğer bütün etnik gruplar gibi bu bütüncül Ulusun içinde yer almıştır. Türk (Türkiye) Ulusunun temel kuruluşu böyle gerçekleşmiştir. Türk (Türkiye) Ulusunun, farklı siyasi iradelerin, varlıklarını koruyarak bir üst iradede birleşmeleri şeklinde değil, bütüncül olarak oluşmuş olmasından dolayıdır ki, ister Türk ister Kürt olsun, etnisite eksenli siyasetler, Türk (Türkiye) Ulusu’nun bütüncül yapılanmasına aykırı, bundan dolayı bu yapılanmayı zedeleyip, bozabilme, böylece barış yolunu tıkayabilme tehlikesi taşımaktadır. Başlangıçta ayrılıkçı olan Kürt siyaseti, Türk (Türkiye) Ulusu’nun bütüncül yapılanmış olması nedeniyle, ayrılıkçılığın haklı bir siyasi temelinin olmaması karşısında açmaza girmiş ve bu açmazdan çıkabilmek için, başlangıçtaki “bağımsız Kürt devleti” hedefinden vazgeçerek, üniter devleti esas alan çözümler üretme yoluna yönelmiştir. Ancak, “demokratik özerklik” örneğinde olduğu gibi, üretilen çözümlerde “etnik grup hakları” yaklaşımı ağırlığını korumaktadır. Bu nedenle, Kürt siyasetçileri söz konusu açmazı hala aşabilmiş değildir. Kürt Sorunun çözümünde, silahlı bir örgüt desteğinde, “etnik grup hakları” temelinde yaklaşımda ısrar edilmesi, söz konusu açmazdan dolayı, süreci ayrılmaya ve etnik çatışmaya doğru sürükleyebilir. Bizce ayrılık ve etnik çatışma zorunlu ve kaçınılmaz olmayıp; yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, “kişi hakları sorunu” olarak yaklaşmak, “insan hakları” esas alınmak suretiyle, Kürt Sorununun barış içinde birlikte yaşamayı sağlayabilecek çözümü mümkündür. Bu imkanı da sağlayan; TC’nin kurucu ilkeleri arasında yer alan ve sonuna kadar uygulandığında, bağımsız ve eşit birey ilkesinin toplumun tüm gözeneklerine kadar sindirilmesini sağlayacak olan “ulusal egemenlik ilkesi”dir. Sorunun bu yaklaşımla çözümüne müteakip, liberal küresel hegemonyacılığın dayatmaları sonucunda kurulan düzende, bağımlılık ve eşitsizlik ilişikleri içinde yaşayan insanlar arasındaki, ırk, din ve mezhepten kaynaklanan ve demokrasi mücadelesini zaafa uğratan çağ dışı ve hegemonyacıların ekmeğine yağ süren ayrışmalar, yerini doğal siyasi birlikteliğe ve küresel liberal hegemonyacılığa karşı, dünya demokratik toplum modelleri zemininde, birlikte ve daha güçlü bağımsız ve eşit birey mücadelesine; demokrasi mücadelesine bırakacaktır.